Geçen pazar günü, Trabzon’un Maçka ilçesinde, Sümela Manastırı’nda yapılan Ortodoks ayininin görüntüleri ve bunun Hıristiyan dünyasında yarattığı olumlu hava, böyle dini bir törene izin verilmesi için neden 88 yıl beklendiği sorusunu akla getirdi.
İstiklal Savaşı’nı ve Cumhuriyet’in ilanını izleyen yıllarda bu 17 yüzyıllık manastırın kapatılmasına yol açan nedenleri ve bu konuda o dönemde duyulan hassasiyeti anlamak mümkün. Ama bu dini mekânı, örneğin geçen pazar olduğu gibi, Meryem Ana’nın “göğe yükselişi” gibi bir vesileyle, ibadete açmak için günümüze kadar beklemeye gerek var mıydı?
Neyse ki, hükümet nihayet bu tabuyu da yıkmak cesaretini gösterdi. Sonuç kötü mü oldu? Türkiye için bir tehlike mi ortaya çıktı? Türk ulusu bu olay nedeniyle bir şey mi kaybetti?
Tam aksine, Türkiye bu jesti yapmakla çok şey kazandı.
* * *
Bu kazanımları özetleyelim:
1- Psikolojik faktör:
Baş sayfadaki manşet ilginç: “ABD silah anlaşması konusunda Türkiye’ye ültimatom veriyor...”
İngiltere’nin en ciddi, dünyanın da en saygın gazetelerinden biri sayılan “Financial Times” için bir hayli sansasyonel bir başlık bu.
Gazetenin Washington muhabirinin yazısında, Başkan Obama’nın Başbakan Erdoğan’a bir “uyarı“sından söz ediliyor. Buna göre, Amerikan lideri, Türkiye’nin İran ve İsrail ile ilgili politikalarını değiştirmediği takdirde ABD’den talep ettiği silahları temin etme şansının zayıflayacağı uyarısında bulunmuş...
Bu ne zaman olmuş? Toronto’da Obama-Erdoğan buluşmasının gerçekleştiği haziran ayında...
Demek ki FT muhabiri bu haberi yeni öğrenmiş. Veya haberinde isim vermeden atıfta bulunduğu “yüksek yönetim yetkilisi” kendisine bu bilgiyi şimdi sızdırmış...
Zamanlama gerçekten düşündürücü.
Günlerden beri Türkiye’nin Washington’un gündemine iyice oturduğunu gösteren haberler geliyor.
Hafta başında Pakistan’daki sel felaketiyle ilgili medyada yer alan o dramatik resim, herhalde daha uzun zaman gözlerin önünden silinmeyecek.
Ülkenin uğradığı korkunç sel felaketinden zor kurtulabilen binlerce kişi, yardım malzemesi almak için alçalan helikoptere “bizi de alın” diye yalvararak tırmanmaya çalışıyor...
Bu feci görüntü, Pakistan’ın iki haftadan beri yaşadığı büyük dramın bir simgesi olarak anımsanacak.
Pakistan bu mevsimde hep muson yağmurlarının uğradığı bir ülke. Ancak bu yıl, bu yağmur dalgasının şiddeti ve süresi, özellikle Pencap ve Sind eyaletlerini adeta sulara gömdü.
Bu “tufan”ın bilançosu çok ağır: Sularda boğulan veya kaybolanların sayısı 1600... Sular altında kalan ev sayısı 5 milyon... Şimdiye kadar toplam 16 milyon insan açıkta kalmış vaziyette...
Felakete maruz kalan iki eyalet, bir tarım bölgesi. Hasat mevsimi yaklaşırken, buğday, mısır, şeker, pamuk tarlaları tamamen suların altında mahvolmuş... Yetkililere göre, sadece bunun zararı 2 milyar dolar...
Evsiz barksız ve aç kalan milyonlarca insanın yerleştirilmesi, beslenmesi, tekrar işlerine dönmesi, büyük bir sorun. Pakistan’ın kendi başına bunun altından kalkması çok zor.
Mavi Marmara saldırısından sonra Türkiye’nin kurulmasını ısrarla talep ettiği ve İsrail’in de nihayet buna razı olmasıyla oluşturulan BM araştırma komisyonuna “panel” denmesi boşuna değil. Bu sözcük, “karar vermekten ziyade, sorunu çeşitli yönleriyle araştırmayı ve farklı anlayışları ortaya koymayı” amaçlayan uzmanlar grubu için kullanılır.
BM tarafından kurulan ve Türk, İsrail, Yeni Zelanda ve Kolombiya temsilcilerinin dâhil olduğu grup için panel sözcüğünün tercih edilmesi, bu bakımdan anlamlıdır.
BM yetkililerinin açıklamaları da bu panelin Mavi Marmara baskınını nasıl gerçekleştiğini tespit etmeye çalışacağı, bu amaçla İsrail’de ve Türkiye’de yapılan soruşturmaların raporlarını inceleyeceği ve ayrıca kendi yürüteceği soruşturma ile bilgi toplayacağı belirtildi.
Ancak panelin görev ve yetkilerinin ne olacağı henüz pek net değil. Nitekim New York’ta toplanan temsilciler öncelikle buna bir açıklık getirmeye çalışıyorlar.
Yetkiler tartışma konusu
Daha işin başında panelin ne yapacağı ve ne yapmayacağı konusunda tartışmalar çıktı. İsrail’in, panelin askerilerle görüşmesine itiraz etmesi, kafa karışıklığı yarattı.
Söylenen sözler gönülleri fethedecek cinstendi. İnsanlarımız da bundan çok hoşlandığı için, tabii övücü ifadeler basında manşetlere çıkacaktı...
Yeni İngiliz Başbakanı David Cameron daha Ankara’ya gelmeden Türkiye’nin AB’de avukatlığını yapacağını söylüyor, ziyareti sırasında yaptığı konuşmalarda, “Türkiyesiz bir AB’nin fakir kalacağını” öne sürüyor, engel çıkaran Fransa ve Almanya’ya ateş püskürüyor, Türk-İngiliz ilişkilerinin altın çağını yaşadığını belirtiyor, Türkiye’nin bölgesel bir güç olarak yükselişine övgüler yağdırıyordu...
Cameron’dan sonra Türkiye’yi iltifata boğmak sırası, Almanya Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle’deydi. Alman Bakan Ankara’ya gelir gelmez, “Türkiye’nin yönü Avrupa’dır” (hem de Türkçe) dedi, Türkiye’nin sadece ekonomik bakımdan değil, stratejik ve siyasal bakımdan da “Avrupa için hayati bir önem” taşıdığını vurguladı...
Ne oldu da Batılı dostlar şu sırada Türkiye’nin Avrupa için önemini bu kadar vurgulamak ihtiyacını duyuyorlar ve Türkiye’nin AB’de yer alması gerektiğini savunuyorlar?
Esas amaç ne?
Aslında İngiltere öteden beri Türkiye’ye yakınlık gösteren ve destek veren bir ülke. Ama şimdi Cameron’ın sergilediği tutum “Türk dostu” Tony
Önceki akşam CNN-Türk’te Yavuz Oğhan’ın yönettiği “Ne oluyor?” programında Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na Sedat Ergin ve Ceyda Karan ile birlikte sorduğumuz sorulara verdiği yanıtlar, Türk dış politikasının yeni yönelişine ışık tutuyor.
Türkiye’nin Batı ile ilişkileri, İran, İsrail, PKK terörü gibi çeşitli meselelerde aldığı tutumu, Bakan’ın izah ettiği yeni dış politika anlayışı çerçevesinde değerlendirmek gerek.
Davutoğlu, bu politikanın temel felsefesini ve parametrelerini -eski akademisyen alışkanlığıyla- anlatırken, son zamanlarda önemli değişiklikleri mümkün kılan coğrafi, tarihi ve insani faktörleri saydı ve Ankara’nın dış dünya ile ilişkilerinin artık Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi kalamayacağını belirtti.
Ancak Davutoğlu çok boyutlu bir dış politika izleyen ve bölgesel, hatta küresel roller oynamaya başlayan Türkiye’nin “önceliklerinin ve tercihlerinin” değişmediğini, dolayısıyla Batı’dan kopmak gibi bir durumun söz konusu olmadığını vurguladı.
Özgüvenli özgün politika
Davutoğlu’nun bu vurgusuna rağmen, Batı’da hâlâ Türk dış politikasının seyri ve “eksen kayması” konusunda ciddi kuşkuların sürdüğü de bir gerçek. Daha geçen gün, ABD Temsilciler Meclisi
CHP’de Kemal Kılıçdaroğlu’nun Genel Başkan koltuğuna oturmasından bu yana, dikkatler yeni yönetimin iç politikadaki gelişmelerle ilgili tutumu üzerinde odaklanmıştır. Terörün tırmandığı, anayasa değişikliği tartışmalarının kızıştığı ve referandum kampanyasının start aldığı bir ortamda, Kılıçdaroğlu’nun görüşlerini hep bu konularda ifade etmesi doğal.
Bu arada tabii Türk dış politikasında da önemli gelişmeler oluyor, birtakım başarıların yanı sıra, bazı sıkıntılar da yaşanıyor.
Kılıçdaroğlu şimdiye kadar bu meseleler üzerinde konuşmak fırsatını pek bulamadı. Bu bakımdan İngilizce “Hürriyet Daily News” gazetesinin CHP lideriyle yaptığı söyleşi, en azından bazı spesifik dış politika konuları üzerindeki düşüncelerine ışık tuttu.
Söyleşide ele alınan başlıca dış konular İran, İsrail, Hamas ve “eksen kayması” tartışmasıdır.
Özetle, Kılıçdaroğlu’nun İran’la ilgili söyledikleri, hükümetin izlediği politikaya karşı net bir tavır sergiliyor. CHP liderine göre Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının İran nükleer programına verdiği destek ve geçenlerde İran’la varılan “takas” anlaşması, Türkiye’nin uluslararası camia karşısında izole olmasına yol açmıştır. Kılıçdaroğlu’nun deyişiyle,
İran ile uluslararası camiayı uzlaştırmak için Türkiye’nin giriştiği son inisiyatifin başarı şansı nedir?
Türk diplomasisi, geçen mayısta imzalanan Tahran Mutabakatı’nın akamete uğramasına ve BM Güvenlik Konseyi’nin İran’a karşı yaptırımlar uygulama kararını almasına rağmen, üstlendiği rolü sürdürmeye kararlı.
ABD’nin, Türkiye’nin bu işi Güvenlik Konseyi “büyükleri”ne bırakması için yaptığı “telkinler” de, Ankara’yı kendi inisiyatifini sürdürmekten vazgeçirmiş değil.
Nitekim Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun önceki gün İstanbul’da Brezilyalı ve İranlı meslektaşlarıyla yaptığı toplantılar bunun işaretini açıkça verdi.
Bir Türk diplomatının deyişiyle, bu bazı çevrelerde bir “zorlama” olarak görünse de, Ankara bu yolda yürümeye devam etmek “zorunda.” Çünkü Türkiye, İran nükleer krizinde diplomasiden daha iyi bir çözüm şeklinin bulunmadığına inanıyor...
Türkiye’nin bu çabalarını ısrarla sürdürmesi bazı çevrelerin hoşuna gitmese de, Türk yetkililer İstanbul’daki üçlü görüşmelerin “herkesin olumlu kabul edeceği” somut sonuçlar verdiğini belirtiyorlar.
Bu sonuçlardan biri, İran’ın “uranyum takası” konusunda görüşlerini Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’na (UAEK) bir mektupla