Yakın tarihin en şiddetli depremlerinden birine maruz kalan Şili’nin bu felaketi nispeten az sayılacak ölü sayısıyla atlatabilmesi, bana on yıl önce bu Latin Amerika ülkesinde yaptığım bir röportajı anımsattı.
Şili hakkında yazdığım yazı dizisinde, bu ülkenin sürekli karşılaştığı deprem tehlikesine karşı hükümetin ve halkın neler yaptığına dair de bir bölüm ayırmıştım.
Başkent Santiago’da doğal afetlerle ilgili Ulusal Tehlikeler Dairesi (ONEMI) Müdürü Alberto Maturana, Şili’nin depremlerden az kayıplarla nasıl kurtulduğu sorusunu yanıtlarken, başlıca faktörleri şöyle özetlemişti:
1) Doğal afetlere karşı bir “ulusal strateji”nin belirlenmesi.
2) Eğitim yoluyla bir “ulusal önlem kültürü”nün geliştirilmesi.
3) Bina ve evlerin depreme dayanıklı yapılması.
4) Çeşitli bakanlıklar ve kurumlar arasında koordinasyonun kurulması.
Haberler iyi değil. Kafkasya’da bir “büyük savaş”tan söz ediliyor... ABD Kongresi Ermeni soykırımı iddiasını tanımaya yönelik bir karar çıkarmaya hazırlanıyor... Türkiye ile Ermenistan arasındaki protokollerin hayata geçirilmesinde yeni engeller çıkıyor....
Bu üç olay bir arada değerlendirildiğinde, sadece Türkiye-Ermenistan yakınlaşmasının değil, Türk-Amerikan ilişkilerinin ve hatta Kafkasya’daki istikrarın geleceği oldukça karanlık görünüyor.
Önce son günlerde sözü edilen savaş tehlikesinden başlayalım.
Aslında Azerbaycan ile Ermenistan arasında bir süredir bazı “sınır olayları” -yani iki taraf arasında ufak çapta askeri çatışmalar- oluyor. Bunlar “yerel” nitelikleri nedeniyle dünya basınına pek yansımıyor; ama önceki gün Karabağ bölgesindeki ateşkes hattında çıkan çatışmada 3 Azeri askerin öldüğü bildirildi.
Bunun ardından Azerbaycan Savunma Bakanı General Sefer Abiyev’in çok sert bir demeci geldi. Abiyev şöyle konuştu: “15 yıldan beri diplomasi bir sonuç vermedi. Azerbaycan 15 yıl daha bekleyemez... Eğer Ermenistan Azeri topraklarındaki işgaline son vermezse, G. Kafkasya’da büyük bir savaş kaçınılamaz...”
Kafkas cephesi
Türkiye’nin son yıllarda aktif, atılgan bir dış politika izlemesinde iç dinamiklerin de önemli payı var.
Türkiye, zaman zaman yaşanan aksamalara ve sıkıntılara rağmen, siyasi istikrarını korumuş, demokratikleşme yolunda ileri adımlar atmış, ekonomik büyüme ve dünyayla bütünleşme sürecini hızlandırmıştır.
İçerdeki bu gelişmelerin de etkisiyle Ankara, dış politikada bazı cesur açılımlar başlatmış, üstlendiği birtakım diplomatik misyonlarla bir bölgesel güç olarak dünyanın dikkatini çekmiştir.
Ankara’da son günlerde yargıdaki sürtüşmeler ve ardından “Balyoz” soruşturması operasyonu nedeniyle patlak veren kriz, acaba Türkiye’nin dış dünyada yükselen imajını ne ölçüde etkileyecek? Diğer bir deyişle içerdeki sıkıntı, dışa da yansıyacak mı?
Bu sorunun yanıtı, bu krizin ne kadar süreceğine ve ne şekilde sonuçlanacağına bağlı.
Eğer kriz uzar, hükümet ve kurumlar arasındaki sürtüşmeler tırmanır ve ülkede tansiyon yükselirse, dış politika hamlelerinin ve açılımların bundan etkilenmemesi mümkün değil. Bu durumda hükümet tüm dikkatini bu kriz üzerinde odaklamak, enerjisini bu alanda harcamak zorunda kalacaktır. O takdirde dış politikadaki açılımların geri plana itilmesi ve inisiyatif
İki taraf da diyaloğun sürdürülmesinden yana... İran yönetimi Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’ndan (UAEK) geçenlerde yaptığı teklife cevap beklediğini bildiriyor. UAEK yetkilileri ise, geçen ekimde nerdeyse mutabık kalındığı sanılan palanın hâlâ masada olduğunu söylüyorlar...
Dış görünüşte iki taraf da diyaloğu kesmek istemiyor; ama görüşmeler yapıldığı zaman da bu bir “sağırlar diyaloğu”na dönüşüyor!
Geçen ekim ayında gerçekten bir anlaşmanın eşiğine gelinmişti. İran, barışçı amaçlarla (özellikle hastanelerde) kullanılacak izotoplar için, yüzde 20 oranında uranyum zenginleştirme işleminin Rusya’da veya Fransa’da yapılmasını kabul ediyor gibi görünmüştü. Ama sonradan Tahran’dan farklı işaretler gelmeye başladı.
Bu kez Ahmedinecad yönetimi uranyum zenginleştirme işini İran’ın bizzat yapacağını ilan etti. İran şimdi bu yönde adım adım ilerliyor. Önceki gün İran Atom Enerjisi Kurumu’nun başkanı Ali Ekber Salih, önümüzdeki yıl içinde, uranyumu yüzde 20 zenginleştirecek olan iki merkezin kurulacağını açıkladı. Bu İran’ın nükleer programını kendi olanaklarıyla yaşama geçirme planının ilk aşamasını oluşturacak.
Tahran şimdi kendinden daha emin, uluslararası camia karşısında daha
Türkiye’de birbirini izleyen siyasi krizler nedeniyle gündem artık her hafta değil, neredeyse her gün değişiyor.
Yalnız siyaset erbabı değil, artık ordudan yargıya kadar devlet kurumları da ardı arkası kesilmeyen sürtüşmelerin ortasında...
Bu çalkantılar karşısında Türk halkının kafası karışık. Her yeni olay, vatandaşlar arasında giderek bıkkınlık, kasvet ve karamsarlık yaratıyor.
Millet gerçekten gündem yorgunluğu içinde...
İçteki bu karanlık manzaraya karşılık, dış politikada durum nispeten iyi görünüyor. Türk diplomasisi bütün dünyanın dikkatlerini çeken açılımlar, atılımlar yapıyor, bölgesel bir aktör olarak kendini belli ediyor.
İçerisiyle dışarısı arasında Türkiye birbirinden farklı iki tablo sergiliyor.
Ama nereye kadar?
Latin Amerika’da askeri darbelerin sıkça yapıldığı 1960-1970 yıllarında şu espri çok revaçtaydı: Karargâhta kim erken kalkarsa, iktidarı o ele geçirir!
Bu laf o dönemde alt rütbeli subayların dahi hükümetleri devirdikleri Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri için de geçerliydi.
Gerçekten o yıllarda Güney Amerika’dan Yakın Doğu’ya ve Asya’ya kadar uzanan coğrafya sık sık askeri darbelere sahne oluyordu. Türkiye de bu dalganın vurduğu ülkelerden biriydi...
Son yıllarda manzara değişti. Latin Amerika’da askerler kışlalarına çekildiler. Çoğu ülkede hızlı bir sivilleşme hareketiyle demokratik rejimler kuruldu. Bölgede hâlâ “golpe” (darbe) yapılan ülkeler (son olarak Orta Amerika’daki Honduras gibi) parmakla gösteriliyor artık...
Ortadoğu’da ve Asya’da da durum öyle. Oralarda da “darbe devri” kapanmış gibi. Gerçi bu ülkelerdeki sivil rejimlerin önemli bir kısmı pek demokratik sayılmaz, hatta bir kısmı otoriter. Ama bu ülkeler de askeri bir darbe tehdidi altında yaşamıyor artık...
Siviller beceremeyince...
Türkiye’nin İran krizinde oynadığı rol, klasik anlamda, bir “arabuluculuk” değil. Arabuluculuk için ihtilaflı tarafların böyle bir misyon üstlenen ülkeye resmen bu yetkiyi vermesi gerekir. İran sorununda böyle bir şey yok.
Ama Türkiye İran ile uluslararası camia arasında nükleer krizin yarattığı gerginliğin giderilmesi ve bir uzlaşma sağlanması için devrede. Hatta şu anda böyle bir misyonu üstlenen tek ülke Türkiye.
Aslında Türk diplomasisinin amacı sadece taraflardan birinin mesajını diğerine iletmekten ibaret değil. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun son Tahran ziyaretinde de görüldüğü gibi, Türkiye’nin yapmaya çalıştığı şey, hem taraflar arasında “iletişim kanallarını” açık tutmak, hem de bir uzlaşma zemini sağlamak için, kendi hazırladığı bazı somut önerileri sunmaktır.
Bu fonksiyon Türkiye’nin, tarafların güvenine sahip olması için, tarafsız olmasını gerektirir.
İşte Ankara bu krizde, bir analistin deyişiyle, “yapıcı bir tarafsızlık” politikası izleyerek, üstlendiği misyonu yerine getirmeye çalışıyor. İran Türkiye’nin bu tutumundan çok memnun. Bunu Davutoğlu’nun Tahran ziyareti sırasında, İran Dışişleri Bakanı Mutteki de, övücü ifadelerle belirtti, hatta İran’ın
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu bugün Tahran’da, İran nükleer krizinin çözümü umutlarının dibe vurduğu ve bu yüzden uluslararası gerginliğin yükseldiği bir sırada İran lideriyle görüşüyor.
Bakan’ın amacı, öncelikle tırmanmakta olan tansiyonu düşürmek.
Son günlerde ipleri geren bir dizi olay oldu: İran daha önce verdiği sözden vazgeçip uranyumu yüzde 20 oranında zenginleştirme işlemini bizzat yapmaya karar verdiğini ilan etti. İşlemin Rusya veya Fransa’da yapılmasını sağlamaya çalışan BM’ye bağlı Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu için bu açıklama bir şok oldu.
Buna karşılık ABD İran’a karşı daha sert yaptırımların uygulanması için BM Güvenlik Konseyi’ne başvurmaya hazırlandığını bildirdi. Amerikan diplomasisi bu amaçla Rusya’dan Çin’e ve Arap dünyasına kadar, çeşitli ülkelerin desteğini sağlamak için seferber oldu.
Bir yandan İran’ın nükleer programını kendi başına yürütmeye kalkması, diğer yandan uluslararası camianın İran üzerindeki baskılarını yoğunlaştırması, aylardır süren diplomatik çabaların kesilmesine ve karşılıklı zıtlaşmanın tehlikeli boyutlar almasına yol açmış bulunuyor.
Güven meselesi