İstanbuldaki zirveye "tarihi" sıfatı verilmekle beraber, aslında toplantılardan göz kamaştırıcı sonuçların alındığı söylenemez. Afganistan ve Irak konusunda güçlükle varılabilen kararlar, daha önceki hazırlık aşamasında belirlenen çerçeve içinde kaldı. Bosnadan terörizm ile mücadeleye kadar bildiride yer alan çeşitli meseleler üzerindeki mutabakat da, aynen Brükselde hazırlanan belgelerdeki ifadeleri taşıyor. En önemlisi, İstanbuldaki görüşmeler sonunda, "Trans - Atlantik çatlağın" giderilebileceği umulurken, Afganistan, Irak, Türkiyenin AB üyeliği, NATOnun yeni görev alanının sınırları gibi konularda, özellikle ABD ile Fransa arasındaki anlaşmazlıkların devam ettiği görüldü...Bu zirveden ileriye dönük bir projeksiyon niteliğinde çıkan en önemli belge, İstanbul İşbirliği Girişimidir. Bunu da ABD, zamanla geliştirilebilecek Büyük Ortadoğu Projesinin ilk adımı sayarken, diğer bazı müttefikler daha mütevazı bir girişim olarak görüyorlar. Ancak, İstanbul zirvesi herhalde önümüzdeki aylarda ve yıllarda, kentimizin adını taşıyan bu dokümanla epey anılacak...* * *TÜRKİYE için bu zirvenin en önemli kazanımı, kuşkusuz tüm dünyanın dikkatlerinin İstanbul üzerinde odaklanması, kentin
Bunların başında, hükümetin İsraile karşı üslubundaki sertleşme geliyor. Özellikle Başbakan Erdoğanın Şaron yönetimini ağır şekilde suçlayan son demeçleri, ilk kez Ankaranın tutumunda (bu aşamada daha çok üslup olarak da olsa) bir değişikliğin işaretini veriyor.Bir başka belirti de, gene Başbakanın son bir demecinde, İsrailden gelen ziyaret davetine "halihazırdaki şartlarda icabet edemeyeceğine" ilişkin ifadeleridir.Bu arada, Ankaranın yakında Kudüsten dönecek olan Filistin nezdindeki Türk başkonsolosunun yerine bir büyükelçinin atanacağına dair haberler ve Tel Avivdeki büyükelçinin de "danışmalarda bulunmak üzere başkente çağrılacağı yolundaki söylentiler de, medyada Türkiyenin İsrail politikasını yeniden gözden geçirdiği şeklinde yorumlanıyor...* * *DÜN görüştüğümüz yetkililer, hükümetin vahim olarak gördüğü son İsrail saldırıları karşısında net bir tavır almak zorunluğunu duyduğunu ve "ses tonunu" da ona göre yükselttiğini belirttiler; ancak bunun temelde Türkiyenin "temel politikası"nı değiştirdiği şeklinde algılanmaması gerektiğini de vurguladılar.Üst düzey bir Dışişleri yetkilisi, Ankaranın İsrail ile ilişkilerini kısmak (ve hele kesmek) gibi bir niyeti olmadığını, Türk
Başkan Bushun ve Başbakan Blairin son açıklamalarının ve ABD ile İngilterenin BM Güvenlik Konseyine birlikte sundukları karar tasarısının anlamı bu...Gerçekten, "koalisyon" güçleri (yani pratikte ABD), egemenliği 30 Haziranda yeni oluşturulacak geçici Irak hükümetine devredecek. Bu yetki transferinden altı ay sonra - Ocak 2005te - Irak Kurucu Meclisi için genel seçimler yapılacak.Güvenlik Konseyine sunulan ortak ABD - İngiliz tasarısı, BMnin bu otorite devri sürecini desteklemesini istiyor.Ancak Bushun açıklamasında Irakta Amerikan askerlerinin daha ne kadar kalacağına ilişkin herhangi bir işaret yok. Bu, Blairin de vurguladığı gibi, "operasyonel ihtiyaçlar"a ve ülkede güvenliğin sağlanmasına bağlı. Ancak bu süre içinde, güvenlik misyonunun Iraklılara devrine, yani Irak ordusunun ve polisinin örgütlenmesine de çalışılacak.Bu da - özellikle halen Irakta süren keşmekeş de dikkate alınırsa - "yabancı işgali"nin daha bir hayli zaman devam edeceği anlamına geliyor...* * *BUSHun - ve Blairin - açıklamaları ve Güvenlik Konseyine sunulan tasarı, Irakın egemenliğine ve normal siyasi yaşamına dönmesi yönünde atılmış bir adım sayılabilir.Ancak, bizzat iki liderin de belirttiği gibi,
Babanın adı Michael Berg. Hani geçenlerde Irakta, rehin alındıktan sonra intikam için militanlar tarafından kafası uçurulan Nickin babası...İş için Bağdata giden Nickin, onu kaçıranlardan biri tarafından vahşice nasıl öldürüldüğünü, bizzat kendilerinin çektiği videodan bütün dünya dehşet içinde izlemişti.Olayın şokunu yaşayan Michael Berg, duygu ve düşüncelerini dünyayla paylaşmak için bir yazı yazdı. Bu yazıyı da İngilterede yayımlanan "Guardian" gazetesine yolladı.Böyle bir yazının neden Nickin ülkesinde, yani ABDde yayımlanmadığı ve baba Michaelin, vermek istediği mesajı neden bir İngiliz gazetesi vasıtasıyla iletmeye çalıştığı sorulmaya değer.Ama buna pek şaşmamak gerek. Ünlü Amerikalı yönetmen Michael Mooreun, Cannes Film Festivalinde "Altın Palmiye" ödülüne layık görülen "Fahrenheit 9/11" belgeselini göstermeye yanaşmayan ABDdeki bugünkü zihniyet, elbet böyle bir yazının yayımlanmasını da hoş karşılamaz... Bir de, Bush yönetiminin Iraka askeri müdahalesinin amacının "demokrasiyi götürmek" olduğunu söylüyorlar!..* * *İŞTE Michael Bergin yazısından birkaç çarpıcı (ve düşündürücü) cümle:"Oğlumun hayatını alan katillerden çok, başkalarının yaşamına son vermeye yönelik
Başbakan Tayyip Erdoğanın önceki günkü konuşmasında dünya liderlerine, bir araya gelip gereken önlemleri almaları için yaptığı çağrı, bu yönde bazı çalışmaların ilk işaretini veriyor.Görüştüğümüz Başbakana yakın bir kaynağa göre, bölgede olup bitenlere artık seyirci kalınamayacağını düşünen yetkililer halen "Türkiyenin neler yapabileceğini, nasıl bir inisiyatif alacağını" değerlendiriyor.Aynı kaynağın ifadesi şöyle: "Türkiye devreye girmeye hazırlanıyor. Biz bir bölge ülkesi olarak bu sorumluluğu yerine getirmek durumundayız... Bunun çeşitli yöntemleri vardır. Çalışmalarımız sonunda bir üslup geliştireceğiz."* * *TÜRK diplomasisi şimdiden bu yönde bazı girişimlere başladı.Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Moskova ziyareti sırasında İslam Konferansı Örgütüne (İKÖ) mensup bazı ülkelerin (Filistin, Fas, Senegal, Nijerya) Dışişleri bakanlarıyla birlikte, "Ortadoğu barış süreci"ni başlatmayı amaçlayan ve kısaca "Kuartet" (dörtlü) olarak anılan grup adına Rusya Dışişleri Bakanıyla bir görüşmede bulundu. Amaç, ABD, AB, BM ve Rusyadan oluşan bu grubun, Filistinde cereyan etmekte olan kanlı olayların durdurulması için devreye girmesini sağlamak.Bir Dışişleri kaynağına göre, "Kuartet"e, daha
ABDnin Irakın Suriye sınırına yakın Makredib köyüne, İsrailin de Gazze şeridindeki Refah kampına karşı giriştiği saldırılar, iki devletin stratejilerindeki benzerlikleri gözlerin önüne serdi.Her iki ülke, saldırı için benzer gerekçelere ve yöntemlere başvuruyor. ABD de, İsrail de, "teröristleri yok etmek" ve bölgede "güvenliği" sağlamak için bu kanlı eylemlere giriştiklerini öne sürüyor...Onlarca masum sivilin yaşamına mal olan son iki facia, - bundan öncekiler gibi - İsrailin ve ABDnin, bu gerekçelerle kendilerine göre geliştirdikleri "tek yanlı, önleyici darbe" stratejisine göre hareket ettiklerini bir kez daha ortaya koydu...***BUNUN anlamı şudur: İki ülkenin başındaki yöneticiler (Bush ve Şaron) politikalarını sürdürmeye, içten veya dıştan gelecek olan tepkileri veya uyarıları dinlememeye kararlı görünüyorlar.Nitekim Bush Irak politikası konusunda içeride giderek artan muhalefete, dıştan da müttefiklerinden gelen sert eleştirilere rağmen, ABDye pahalıya mal olan stratejisini ve yöntemlerini sürdürüyor...Aynı şekilde Şaron da Gazzeyle ilgili politikasına, İsrail halkının gösterdiği tepkiye (Tel Avivde 150 bin kişinin yaptığı son gösteri gibi) ve uluslararası camianın
Blair, Britanyanın Türkiyeyi ABde görmek istediğini ve bu fikrin "şampiyonluğunu" yaptığını belirtti ve "Büyük olasılıkla aralık ayında tarih alırsınız" diye konuştu.İngiltere gerçekten bir süredir AB içinde Türkiyenin üyeliği lehinde yoğun bir kampanya yürütüyor. Blairin geçenlerde Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac ile görüşmesinde bu konuyu gündeme getirmesi de bunun bir örneği...* * *AB içinde İngiltere gibi Türkiyenin üyeliğini hararetle destekleyen veya bunun öncülüğünü yapan ülkelerin sayısı çok değil. Hollanda ve Avusturya gibi bu fikre soğuk bakan veya Fransa gibi tereddüt eden ya da Almanya gibi şimdiki hükümeti destekleyen, ama muhalefeti karşı çıkan epey ülke var.İngilterenin Türkiyeyi desteklemesinin nedenini, Londranın stratejik çıkarlarına, bu çerçevede Türkiyeye verdiği öneme, bölgesel hedeflerine ve ABye genel bakış açısına bağlamak lazım.Türkiyenin üyeliğine karşı çıkan veya buna soğuk bakan ülkeler için bu faktörler öncelik taşımıyor. Daha doğrusu onlar için Türkiyenin geniş coğrafyası ve nüfusu, farklı dini, kültürü, düşük siyasal, sosyal ve ekonomik standartları ön plana geçiyor.Bu bağlamda Fransanın tavrı ilginç özellikler taşıyor. Cumhurbaşkanı Chirac
Kıbrıs Rum kesiminde yayımlanan "Cyprus Mail" gazetesinde çıkan bir makalenin başlığı bu... Yazar Lukas Haralambos, referandumda Rum halkını "hayır" demeye sevk eden Papadopulosu ve ona destek olan AKEL lideri Hristofyası sert bir dille suçlayan makalesinde şöyle diyor: "İkisi de sorumsuz ve tutarsız duruşlarıyla, Kıbrısta çözüm fırsatını öldürdükleri gibi, taksimi de yakınlaştırmış oldular. Tarih onları mahkum edecek... Yakın bir gelecekte Papadopulos ve Hristofyas, bu sorumsuzluklarının enkazı üzerinde yaş dökecekler..."Aynı gazetenin başyazısında da Papadopulos yönetiminin uluslararası camianın desteğini kaybettiği belirtiliyor ve şu ifadeler kullanılıyor: "AB ve ABD, Kıbrıs Rumlarına hayır demelerinin nelere mal olacağının işaretlerini veriyorlar. İzolasyon son bulduktan sonra, Kıbrıslı Türkler neden adanın birleşmesini istesinler? O zaman çözüm, taksim olacaktır..."* * *BU yazılar Rum kesiminde, referandum sonrası ortaya çıkan yeni gerçeklerin görülmeye başlandığını, bu arada "taksim" olasılığı üzerinde ciddiyetle durulduğunu gösteriyor...Gerçekten son gelişmeler, adanın bölünmüşlüğünü gözler önüne seriyor.KKTCnin - ve Ankaranın - önceliği, izolasyonun son bulması, yani