<#comment>#comment>Geçen cumartesi günkü yazımızda, Afganistan'da askeri harekattan sonra barışın nasıl korunacağı ve Kabil'de nasıl bir yönetimin kurulacağı konusunda planlar hazırlanmakta olduğunu ve her iki alanda Türkiye'ye önemli bir rol verilmesinin düşünüldüğünü belirtmiştik.
Ankara'da da değerlendirilmekte olan bu "çifte misyon"un, şimdiki askeri operasyonları kapsamadığını, altını çizerek vurgulayalım. Hala öne sürülen spekülasyonların aksine, bu aşamada Türkiye'nin Afganistan'a asker göndererek harekata bilfiil katılması söz konusu değil. Bu yönde ne ABD'den bir talep var, ne de Türkiye'den böyle bir istek.
Ama Türkiye, şimdiki çatışmalardan sonraki dönemi düşünmek, Afganistan'da barışın korunmasında ve ülkenin yeniden yapılanmasında nasıl bir rol oynayabileceğini planlamak zorundadır.
Bunun için var olan nedenleri görmezlikten gelemeyiz.
* * *
BU nedenlerin başında, Türkiye'nin coğrafyası geliyor. 11 Eylül saldırısını izleyen olaylar karşısında Türkiye'nin seyirci durumunda kalması olanaksız. Tabii kendisini bölgesel aktörlerden biri olarak görüyor ve bu bağlamda bir rol almak gereğini duyuyorsa...
<#comment>#comment>Türkmenistan Cumhurbaşkanı Saparmurat Türkmenbaşı'nın Dışişleri Bakanı İsmail Cem ile görüşmesinde hiç de hoşa gitmeyen sözleri arasında, tek bir cümle var ki, ona katılmamak imkansız. O da, Türkiye'nin Orta Asya'yı ihmal ettiğine ilişkin sitemidir.
Bunun dışında söyledikleri, bu arada Türkiye'nin genel dış politikasını ve Avrupa'ya karşı tavrını megaloman bir eda ile eleştirmesi, en hafif deyimi ile büyük bir nezaketsizlik ve münasebetsizliktir.
Ankara'nın son yıllarda etkin bir Orta Asya politikası izleyemediği bir gerçek. Türki cumhuriyetler bağımsızlığa kavuştuğu zaman, Türkiye coşmuş ve bu kardeş ülkelerle çok sıkı bağların kurulabileceğini ummuştu. Ancak Türkiye'de ne devlet, ne özel sektör bunun nasıl gerçekleştirileceğini tam bilememiş, karşılaştığı güçlükler karşısında zamanla eski heyecanını kaybetmiştir.
Bu arada Türkmenistan ile ekonomik (özellikle doğalgaz), Özbekistan ile de siyasal (rejim muhalifleri) nedenlerden ötürü, ilişkilerde soğukluk da yaşanmıştır.* * *ULUSLARARASI ilişkilerde çok şeyi değiştirmeye aday olan 11 Eylül olayının ardından, Türk diplomasisi ihmal ettiği Asya politikasını şimdi yeniden ele almış bulunuyor.
<#comment>#comment>Askeri alanda, Afganistan'a karşı girişilen operasyonların 3. haftasında, asıl hedefe yaklaşıldığına ilişkin henüz bir işaret yok. Siyasi alanda ise, ABD'ye karşı girişilen saldırıdan 6 hafta sonra terörizme karşı ortak bir cephenin oluşmasında önemli gelişmeler var.
ABD'nin İngiltere ile birlikte Afganistan'daki Taliban rejimini yıkmak ve böylece Bin Ladin ve El Kaide'nin hakkından gelmek için yürüttüğü askeri kampanyanın, bir hayli uzun süreceği her hali ile belli. Bu amaca bir ay içerisinde varılmazsa (doğrusu varılacağı da çok şüpheli görünüyor) araya Ramazan ve kış mevsiminin de girmesi ile bu işin gelecek yıla sarkması pek muhtemel...
Bu arada ABD, diplomatik kazançlar elde etmekten memnun. Gerçekten Washington, en azından terörizme karşı geniş bir cephe oluşturmayı başardı. Son günlerde Asya'dan Avrupa'ya kadar, çeşitli ülkeleri içine alan uluslararası kuruluşların aldığı tavır, önemli bir gelişme sayılabilir.
* * *
ŞANGHAY'da düzenlenen APEC (Asya - Pasifik Ekonomik İşbirliği) zirvesi, 11 Eylül sonrasında oluşmaya başlayan yeni havanın bir örneğini sergiledi.
21 ülkenin dahil olduğu bu topluluk, ortak bir deklarasyonla terörizmi
<#comment>#comment>Afganistan'a karşı askeri harekât devam ededursun, daha şimdiden Taliban sonrası dönem için planlar hazırlanıyor. Bu bağlamda BM dahil, çeşitli başkentlerde iki husus üzerinde kafa yoruluyor: Birincisi, operasyonların ardından, Afganistan'da güvenliğin ve barışın nasıl sağlanacağı, ikincisi de şimdiki rejimin saf dışı edilmesinden sonra nasıl bir yönetimin kurulacağıdır.
Her iki alanda da ortaya atılan fikirlerde, Türkiye'ye önemli roller vermek eğilimi seziliyor...* * *BİRİNCİ konuda, yani "barışı koruma" ("peace - keeping") alanında, son günlerde sıkça duyulan formül, Afganistan'a daha çok İslam ülkelerinden oluşan bir Barış Gücü'nün gönderilmesi ile ilgili.
Hafta içinde Güvenlik Konseyi'nde yapılan tartışmalarda bu fikir bir hayli rağbet gördü. Kimileri, bu iş için Türkiye'nin biçilmiş kaftan olduğunu, hatta böyle bir gücün başına bir Türk komutanın getirilmesinin isabetli olacağını öne sürdü.Daha önce Balkanlar'da ve Afrika'da da yerel çatışmaların ardından barışı korumak için, uluslararası güçler sevk edilmişti. Şimdi de Afganistan için aynı şeyin düşünülmesi doğal.
Ancak, böyle bir Barış Gücü'nün Afganistan'daki misyonunun,
<#comment>#comment>Afganistan, öteden beri büyük güçlerin ve bölgedeki ülkelerin karşı karşıya geldiği bir nevi satranç tahtasına benzetilir. Bu terimi ilk kullanan Lord Curzon'a göre, Orta Asya'nın göbeğindeki bu geri kalmış ülke, dış güçlerin "hakimiyet kurma iştahını" hep kabartmıştır.
İngiliz romancı Rudyard Kipling'in popüler deyişi ile "Büyük Oyun", 1809'da Britanya İmparatorluğu ile Çarlık Rusyası arasında başlamış ve yüzyıl boyunca devam etmiştir.
Oyunun ikinci perdesi, Soğuk Savaş yıllarında ABD ile Sovyetler Birliği arasında oynanmıştır. Sovyetler'in 1978'den itibaren, Afganistan'ı işgal ederek sürdürmeye çalıştığı oyunu, Amerikalılar - yanlarına Pakistan ve Afganistan'daki mücahitleri almak sureti ile - bozmuştur. Ancak bunun sonucunda Afganistan içindeki dengeler değişmiş, Taliban yönetimi ele geçirip kendi ideolojik düzenini hakim kılmıştır.
11 Eylül saldırısı, Bin Ladin'in Taliban ile ilintisi nedeni ile Afganistan'ı yeniden sahneye taşımıştır. Şimdi bu talihsiz ülkede "Büyük Oyun"un yeni bir perdesi oynanıyor...* * *BU perdenin ilk bölümünde, ilginç görüntüler var. Bir kere aktörler çok. Ve en azından bu aşamada, belli başlı aktörler aynı safta
<#comment>#comment>ABD'ye karşı 11 Eylül saldırısının hızla ön plana çıkardığı, fakat aynı zamanda bir ikilemle karşı karşıya bıraktığı ülkelerin başında Pakistan geliyor.
Cumhurbaşkanı Pervez Müşerref, başta bu terör eylemini kınamakta ve Amerikalılara sempatisini bildirmekte güçlük çekmedi. Ama Washington'un Afganistan'ı vuracağı belli olunca, zor bir tercih yapmak durumunda kaldı.
Pakistan askeri liderinin önünde iki şık vardı: Ya ABD'nin yanında yer alacak, son zamanlarda içine düştüğü yalnızlıktan kurtulacak, bölgenin yeniden şekillenmesinde söz sahibi olacak ve Batı'nın maddi - manevi desteğini sağlayacaktı... Veya, halkının geniş bir kesiminin Taliban'a - ve hatta Bin Ladin'e - sempatisini, ABD'ye karşı artan nefretini ve bunun Pakistan'ın siyasal geleceği için taşıdığı tehlikeyi göz önünde bulundurarak bir kenara çekilecekti...
* * *
GENERAL Müşerref bu iki şıkkı değerlendirirken kuşkusuz epey ter döktü ve sonuçta birinci yolu seçti. ABD'ye hava sahasını ve hava üslerini açtı, bu politikaya karşı çıkan generalleri azletti, kışkırtıcı konuşmalar yapan muhalefet liderlerini göz hapsine aldı.
Müşerref'in bu davranışı, ABD ve diğer Batılı ülkeler tarafından
<#comment>#comment>11 Eylül olayının dünya dengelerini sarsan etkilerinden kazançlı çıkan ülkeler ve liderler var: Örneğin Rusya gibi... Ve Yaser Arafat gibi...
Gerçekten Filistin lideri son gelişmeleri kendi davası lehinde büyük ustalıkla kullanmasını bilmiş ve daha şimdiden bazı önemli kazanımlar elde etmiştir.Arafat Körfez Savaşı'nda yanlış ata oynamış ve bu nedenle yalnız kalmıştı. Bu kez Filistin lideri ABD'den yana bir tavır aldığını göstermek için bir dizi jest yapmıştır: ABD'ye karşı terörist eylemi kınamış, saldırılarda yaralanan Amerikalılar için kan vermiş, Bin Ladin yanlısı protestoları güçle (3 Filistinlinin ölmesi pahasına) bastırmıştır.
Sonuç: Yaser Arafat, şimdi ABD'nin gözünde, Bush'un kullandığı terimle "iyiler" safında yer alıyor.
* * *
ABD ve onunla birlikte hareket eden İngiltere, Arafat'ın sergilediği bu cesur tavrı ödüllendirmekte gecikmedi. Başkan Bush ilk kez açık bir ifade ile Filistinlilerin devlet kurma hakkından söz etti. Başbakan Blair Londra'ya davet ettiği Arafat ile Filistin sorununun acil çözümü üzerinde görüştü. Bu arada ABD, Filistinlileri tatmin edebilecek yeni bir Ortadoğu barış planı hazırladı...
Kuşkusuz bu,
<#comment>#comment>YEVGENİ Primakov, Rusya'nın son dönemde en önde gelen ve Türkiye dahil dış dünyada da tanınan, önemli devlet adamlarından biri. 1990'ların başında Dışişleri Bakanı ve 1998 - 99'da başbakan olarak görev yapan Rus politikacısı, özellikle Ortadoğu, Orta Asya ve Afganistan konusunda engin bilgi ve deneyime sahip. Halen OVR partisinin milletvekili olarak Duma'da siyasi yaşamını sürdürüyor. Başkan Putin de önemli olaylarda ona hep danışıyor, görüş ve tavsiyelerini alıyor.
Primakov dün, Dış Ekonomik İlişkiler Konseyi DEİK'in İstanbul'da düzenlediği bir toplantıda, 11 Eylül olayları ve sonrası ile ilgili düşüncelerini konukları ile paylaştı ve ilginç mesajlar verdi.
* * *
PRİMAKOV "11 Eylül trajedisi" diye tanımladığı terörist saldırı karşısında Rusya'nın ABD'ye tam destek verdiğini, bunun da doğru olduğunu belirtti. Onun deyişi ile, ABD'nin Afganistan'ı vurmak suretiyle gösterdiği tepki, intikam alma duygusuna dayanıyorsa da, bu "adil bir reaksiyon"dur. Kim olursa böyle yapardı...
Ancak Rus devlet adamına göre ortaya çıkan sorunu duygusallıktan uzak değerlendirmek gerek. Konuşmasının çeşitli yerlerinde ve sorulara yanıtlarında söylediklerine bakılırsa, bu