<#comment>#comment>
Bugünlerde Avrupalıların hararetle tartıştığı konu, ilk bakışta bize yabancı gelebilir. Konu, AB’nin geleceği ile ilgili: Nasıl bir birlik? Üye ülkelerin entegre olacağı bir federasyon mu? Yoksa ulusal devletler topluluğu mu?
Eğer biz de - ileri bir tarihte dahi olsa - AB ile bütünleşmeyi amaçlıyorsak (ki bugünkü politikamız budur) şu sırada Avrupa’da tartışılan bu konu ile ilgilenmemiz gerekiyor. En azından nasıl bir Avrupa’nın bir parçası olacağımızı, bunun nasıl bir tavır değişikliğini zorunlu kılacağını şimdiden bilmek durumundayız.
AB şimdi bu tartışmalarla, geleceğini belirleyecek yeni bir oluşum aşamasına giriyor. Ortak fikir ve amaç, daha "birleşik" bir AB yaratmak. Ancak bunun ölçüsü üzerinde, çeşitli üye ülkelerin farklı görüşleri var. Hatta bazı liderlerin vizyonu veya "Avrupa projesi" ciddi çelişkiler de gösteriyor...
* * *
<#comment>#comment>EĞER önümüzdeki günlerde yeni bir pürüz çıkmazsa, Azerbaycan ile Ermenistan 13 yıllık anlaşmazlıklarını nihayet haziran ayında hal yoluna sokabilecekler.
İki ülkenin liderleri, Haydar Aliyev ile Robert Koçaryan'ın Cenevre'de buluşup, ABD, Rusya ve Fransa'dan oluşan Minsk Grubu eşbaşkanlarının gözetiminde, bir çerçeve anlaşmasına imzalarını atmaları bekleniyor.
Bu "hayırlı haber", geçen hafta bölgeyi ziyaret eden eşbaşkanların temaslarından, yeni sızmış bulunuyor.Bir diplomatın deyişi ile taraflar "yüzde 80 mutabık" görünüyorlar. Cenevre'de anlaşmayı "finalize" edebilecekleri umuluyor. Ama gene de bir ihtiyat payı bırakılıyor. Son dakikada muhaliflerden ve kamuoyundan gelebilecek baskıların da etkisi ile bir cayma olabilir.
Ama şu anda, özellikle geçen ay Başkan Bush'un girişimi ile Florida'da gerçekleşen Aliyev - Koçaryan buluşmasında kaydedilen ilerlemenin ışığında, Cenevre'de bir anlaşmanın gerçekleşmesi olasılığı oldukça kuvvetli görünüyor.* * *SIZAN bilgilere göre bu anlaşma, Dağlık Karabağ'a "ileri derecede özerklik" sağlayacak, diğer bir deyişle bu, Ermenilerin talep ettiği bağımsızlık ile, Azerilerin savunduğu statü (yani
<#comment>#comment>NATO'nun Budapeşte zirvesine bir hafta kala, Türkiye ile AB'nin arasını açan "AGSK sorunu" üzerindeki temaslar yoğunlaşıyor. İngiltere ve Hollanda'nın "kolaylaştırıcı" bir rol üstlendiği bu istişarelerin amacı, bir uzlaşma zemini bularak, anlaşmazlığın NATO toplantısında - ve daha sonra AB'nin Göteborg zirvesinde - ciddi bir sürtüşme yaratmasını önlemek.
Bu mümkün olacak mı?
Doğrusu AGSK sorununun önümüzdeki birkaç gün içinde halledilmesini kimse beklemiyor. Olayın içinde yer alan bir AB'li diplomatın deyişi ile "Budapeşte'de havayı bulandıracak tartışmaları önlemek dahi bir başarı olacak"... Yani bu durumda uzlaşma sağlama süreci - Budapeşte'den ve Göteborg'dan sonra da - devam edecek...Bir Türk yetkilisine göre, AB'nin kesin kararını vereceği yıl sonuna kadar herhalde tatmin edici bir formül bulunarak mesele halledilebilir. Eğer AB sabırlı davranır ve fazla sıkıştırmazsa, konunun NATO'nun ve AB'nin ilkbahar zirvelerinde gereksiz sürtüşmelere yol açması da önlenmiş olur...* * *SON günlerde bazı Avrupalı yetkililerin demeçleri, sorunu kızıştırmamak için harcanan çabalara ters düşüyor. Bu demeçlerin sahipleri (örneğin Fransa Savunma Bakanı
<#comment>#comment>Aralarında eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in de bulunduğu 5 üyeli "Mitchell Komisyonu"nun önceki gün açıklanan raporu, İsrail - Filistin çatışmalarına son verebilecek ve barış sürecinin tekrar başlamasını sağlayabilecek mi?
Aylarca süren temasların ışığında hazırlanan rapor, ilk bakışta çok mantıklı öneriler içeriyor. Suçlamalardan veya kınamalardan kaçınan komisyon, giderek tırmanan çatışmaların bir an önce durması ve tarafların en azından bazı asgari müşterekler üzerinde uzlaşması için, gerçekten dengeli, yapıcı ve pragmatik bir tavır sergiledi.
Tarafların raporu reddetmemesi ve hatta genelde desteklemesi de, ilk bakışta olumlu bir gelişme sayılabilir.
Ancak buna rağmen, yukarıdaki soruya olumlu yanıt vermek, yani tarafların raporun öngördüğü gibi derhal çatışmalara son verip anlaşmazlıkları halletmek için masaya oturacaklarını ümit etmek çok zor. Tıpkı bundan önceki diğer benzer çağrılar ve öneriler için olduğu gibi.
Nedeni de, herhalde "Ortadoğu mantığı"nın farklı olması ve makul beklentileri de çoğu zaman karşılamaması olsa gerek...* * *KUZEY İrlanda gibi karmaşık bir sorunun çözümünde belirleyici bir rol oynayan deneyimli
<#comment>#comment>Türkiye'nin AB ile güçlükleri şimdiye kadar daha çok bütünleşmenin gerektirdiği kıstaslar konusunda idi. Bunların başında Kopenhag kriterlerinin öngördüğü koşullar geliyor.
Ama Ankara'nın AB ile güçlükleri sadece bu alanda değil. Bunlara şimdi iki konuda daha, yeni sorunlar eklenmiş bulunuyor. Bunlardan biri Kıbrıs, diğeri ise AGSK ile ilgili.
Şu sırada bu iki konu, üyelik yolunda yeni pürüzler yaratıyor.* * *KIBRS, AB'nin genişleme sürecinde, sıraya giren adayların ön safında yer alıyor. Birlik yetkilileri, Kıbrıs'a çeşitli kriterlere en uygun durumdaki ülke olarak bakıyor. Ancak onların Kıbrıs devleti saydıkları ülke, adanın sadece Güney kesimidir.
AB yöneticileri, Ankara'nın ve KKTC'nin bu konudaki duyarlılığını bilmekle beraber, "Kıbrıs"ı gerekirse bu şekli ile üye olarak kabul etmek eğilimindeler.
Eğer bu olursa Türkiye ne yapacak? Bu konuda Ankara son günlerde bazı sert uyarılarda bulundu. AB'nin karar aşamasında bunu ne kadar ciddiye alacağını ve "Kıbrıs'ın üyeliğini" Türk itirazı nedeni ile askıya alıp almayacağını şimdiden kestirmek çok zor. Ancak, AB ile bu sürtüşme, hele AB'nin Kıbrıs'ın üyeliği lehinde net bir tavır
<#comment>#comment>Türk diplomasisini bugünlerde yakından meşgul eden konulardan biri de Irak'la ilgili. Bunun bir boyutunu, Bağdat'a karşı uygulanan yaptırımların hafifletilmesine yönelik yeni uluslararası girişimler oluşturuyor. Diğer konu ise, Türkiye'nin Kuzey Irak'la ilgili politikasındaki yeni gelişmelerdir.
Irak'a karşı uygulanan ambargodan en çok zarar gören ülkelerden biri olarak Türkiye'nin, yaptırım rejimini değiştirme yönündeki çabaları desteklemesi doğal. Nitekim Ankara, ABD'nin önayak olduğu ve şimdi İngiltere'nin de BM Güvenlik Konseyi'ne sunduğu öneriyi iyi karşılamış bulunuyor.
* * *
BU öneri, "yumuşak yaptırım" sistemini getiriyor. Buna göre Irak istediği "sivil malları" rahatça ithal edebilecek. Karşılığında petrol satabilecek. Bu arada Bağdat ile dış dünya arasında uçak seferleri de başlatabilecek. Tek kısıtlama, askeri veya stratejik nitelikteki mallar ile ilgili. Bunları içeren BM listesine, tüm ülkelerin uyması gerekiyor. Bu bağlamda BM kontrol mekanizması işlemeye devam edecek. Amaç, Saddam'ın sağlayacağı geliri askeri amaçlarla kullanmasının önüne geçmek...
Aslında yaptırım rejimindeki bu değişiklik ABD'nin eski ambargo politikasında geri
<#comment>#comment>İngiliz gazetesi "Financial Times", IMF'nin Türkiye'ye açtığı kredi üzerine yayımladığı başyazının sonunda şöyle diyor: "Türkiye'nin bir kez daha desteklenmesinin ardında yatan neden, ekonomik olmaktan çok, siyasidir. Borçlarını ödeyemeyecek duruma düşmek, hayati ve hassas bir bölgede, ABD'nin ve Avrupa'nın önemli bir müttefikinin istikrarsızlığa sürüklenmesi demek olurdu...
Gazete böylece IMF'nin ve Batı'nın Ankara'ya desteğini Türkiye'nin bölgedeki konumuna verilen öneme bağlıyor.
Bu argüman, özellikle son kriz süresince, sık sık duyuldu. Kuşkusuz, müttefikleri Türkiye'ye yardım etme sözünü vermeye ve IMF ile Dünya Bankası'nı hızla devreye sokmaya iten neden, jeo - stratejik önemidir.Nedeni de gayet açık: Bugünkü uluslararası konjonktürde ABD'nin ve genelde Batı'nın "Türkiye'yi kaybetme lüksü" yoktur. İstikrarsız, çatışmalı, riskli Ortadoğu - Kafkasya - Balkanlar üçgeninde Türkiye'nin sağlam ve Batı'ya bağlı kalması, Batı'nın stratejik çıkarları açısından, büyük değer taşıyor. Bush yönetiminin şu sırada planladığı yeni füze savunma sisteminde Türkiye'ye vermek istediği yer, bunun son örneği...
* * *
KUŞKUSUZ Türkiye'nin coğrafi konumu ve
<#comment>#comment>Türkiye'nin son krizden sonra bir yol kavşağına geldiği, siyasal ve ekonomik geleceği için zor bir seçim yapmak durumunda olduğu, çok söylendi veya yazıldı.
IMF'nin Türkiye'ye taze kredi açma kararı, yerli veya yabancı, birçok gözlemcinin dile getirdiği bu düşünceyi, yeniden gündeme getirmiş bulunuyor.
Yabancı gözü ile yapılan değerlendirme ile ilgili iki örnek verelim: Bu yabancı gözlemcilerden biri, ABD'nin ünlü düşünce kuruluşu Rand'ın Türkiye analisti Dr. İan Lesser; diğeri ise, Türkiye'de 4 yıl "New York Times"ın muhabiri olarak çalışan gazeteci - yazar Stephen Kinzen...* * *Dr. Lesser, İstanbul'da TESEV'in önceki gün düzenlediği bir toplantıdaki konuşmasında şimdi Türkiye'nin önünde iki yol bulunduğunu, reformları hayata geçirebildiği takdirde düzlüğe çıkabileceğini, aksi halde, siyasal ve sosyal çalkantılara sürüklenebileceğini belirtti. Dr. Lesser'e göre birinci yol köklü bir değişim gerektireceği için, birtakım zorlamalar olacaktır.
Gazeteci Stephen Kinzer'in konu ile ilgili görüşleri, yakında ABD'de piyasaya çıkması beklenen "Ay ve Yıldız" adlı kitabının tanıtım bülteninde kısaca özetleniyor. Kinzer'e göre Türkiye şimdi bir ikilem