<#comment>#comment>Türkiye'de çeşitli yolsuzluk iddialarının hararetle tartışıldığı bugünlerde, başka ülkelerde de aynı konuda ilginç gelişmeler oluyor.
Dünyanın birçok bölgelerinde ünlü liderler ve politikacılar kamu fonlarını pompalamaktan vergi kaçırmaya, rüşvet almaktan veya vermekten nüfuz kullanarak çıkar sağlamaya kadar, çeşitli yolsuzluklarla suçlanıyorlar, tutuklanıyorlar ve hapsediliyorlar.
Şu sırada yolsuzlukla ilgili sarsıntılara sahne olan ülkeler arasında, burada Filipinler ile İtalya'yı örnek olarak ele alacağız. Birbirlerinden oldukça farklı olan bu iki olayın, aşağıda belirteceğimiz ortak bir yanı var ki, şaşırtıcı olduğu kadar düşündürücüdür de...* * *FİLİPİNLER, öteden beri - özellikle Marcos döneminde - bir yolsuzluklar ülkesi olarak tanınır. Diktatör Ferdinand Marcos 1986'da devrildikten sonra, kendisinin ve eşinin "kirli çamaşırları" iyice ortaya çıkmıştı. Halk artık ülkenin "temiz yönetim" dönemine gireceğini ümit ediyordu.
İki yıl sonra seçimleri kazanan Joseph Estrada, gerçekten bir umut kaynağı olmuştu. Eski sinema aktörü, hızla ulusunun ve özellikle fakir kesimin sevgisini kazanabildi. Ancak çok geçmeden, Estrada Marcos'un izinden
<#comment>#comment>İki süreç arasında ilginç benzerlikler var: Türkiye'nin AB üyeliğinin gerçekleşmesi ile IMF desteğinin sağlanması koşulları, bazı temel konularda birbirleri ile örtüşüyor.İlk benzerlik, esas alınan kriterler ve öne sürülen şartlarla ilgili.AB, adaylığın tam üyeliğe dönüşmesi - ve bu amaçla müzakerelerin başlayabilmesi için - Türkiye'nin Kopenhag kriterlerini yerine getirmesini şart koşuyor. İnsan hakları, demokratikleşme gibi esasları içeren bu ölçütlerin yanı sıra, AB'nin şimdiye kadar uygulamaya koyduğu çeşitli yasalardan ve kararlardan oluşan ciltler dolusu "müktesebat"ın da benimsenmesi söz konusu. Türkiye ile tam üyelik müzakerelerinin başlamasının, Ankara'nın bu geniş alanda "Ulusal Program" çerçevesinde göstereceği performansa bağlı olduğu her vesile ile hatırlatılıyor.
IMF ile varılan mutabakatın da kesinleşmesi ve yaşama geçirilmesi için, benzer koşullar var. Bunların ne olduğu sır değil. "Derviş'in Programı" diye anılan eylem planındaki yasal düzenlemeler ve yapısal reformlar, bu şartların başında geliyor. Batılı ülkelerin destek sözü ile harekete geçen IMF'nin, istenilen parasal yardımı yapması da, bu şartlara uyulmasına bağlı.
AB ile
<#comment>#comment>Ekonomik kriz Türk kamuoyuna AB'yi unutturdu adeta. Son haftalarda AB "yol haritası" sayılan Ulusal Program'dan ve bu çerçevede gerçekleştirilmesi gereken reformlardan söz edilmez oldu.
Dün "DaimerChrysler AŞ"nin İstanbul'da düzenlediği "Türkiye ve Avrupa" konulu seminer, işadamlarından medyaya kadar çeşitli çevrelerin AB üyeliği konusunu hatırlamasına vesile oldu. Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz'ın da aralarında bulunduğu yerli ve yabancı konuşmacıların söyledikleri, bir kez daha Türkiye'nin AB ile bütünleşme sürecinde, yapması gereken işleri aksatmadan gerçekleştirmesinin önemini ortaya koydu.
Türkiye'nin karşılaştığı ciddi ekonomik krizin başka konuları geri plana itmesi doğal. Ancak ekonomiyi düzeltmek için hazırlanan program ile, AB ile tam üyelik yolunu açacak olan Ulusal Program arasında sıkı bir ilinti var. İki program birbiri ile örtüşüyor. Dünkü seminerde belirtildiği gibi, ekonomik ve siyasal reformların birlikte hayata geçirilmesi gerekiyor. Ve son kriz, bunun bilincine varılması ve bu yönde bir kararlılığın oluşması için tarihi fırsat oluşturuyor...* * *SEMİNERE ani rahatsızlığı nedeni ile katılamayan AB'nin genişlemeden sorumlu
<#comment>#comment>ABD başta olmak üzere Batılı ülkelerin ve IMF ile Dünya Bankası'nın Türkiye'ye "destek" sözü, nihayet "para"ya dönüşüyor... Varılan ön anlaşma uyarınca, önümüzdeki iki hafta içinde tamamlanması beklenen işlemlerin ardından, 10 milyar dolarlık "ek finansman" sağlanmış olacak.
2001 yılı için öngörülen bu "mali yardım"ın özelliklerinden biri, esas kaynağın IMF olmasıdır. Birkaç haftadır ABD, AB ve G - 7'ler devrede idiler ve destek vaadinde bulunuyorlardı. Tüm bu devletler Türkiye'ye yardımın ikili anlaşmalarla, direkt yapılması yerine, IMF aracılığı ile gerçekleştirilmesini yeğlediler.
Bu yolu seçmelerinin çeşitli nedenleri var: Birçoğu için kendi hazinesinden direkt yardım etmek ya olanaksız ya da oldukça zor (ve de zaman ister)... IMF ile anlaşma suretiyle yapılacak yardımların "denetim"i, nispeten daha kolay. Kredilerin peyderpey ödenmesi sırasında, Türkiye'nin ilan ettiği programı uygulamada ve IMF kriterlerine uymada göstereceği performans esas alınacak. Yardımın akışı ona göre ayarlanacak...* * *KUŞKUSUZ istenen paranın IMF yolu ile topluca temininde, yukarıda sözünü ettiğimiz tüm ülkelerin büyük çabası ve katkısı olmuştur.
Türkiye,
<#comment>#comment>Konferans salonunun bir köşesinde, çevirmenlere ayrılan kulübede "Türkçe" ve"Rusça" yazısı yer alıyor.
Yani yapılan konuşmalar Türkçeden Rusçaya veya Rusçadan Türkçeye çevriliyor.
Çırağan Sarayı'nda dün altı ülke liderlerini bir araya getiren konferansın resmi adı, "Türk Dili Konuşan Ülkeler Devlet Başkanları Doruk Toplantıları"...Konferansı açan Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in Türkçe ve Azerbaycan Devlet Başkanı Haydar Aliyev'in Azeri Türkçesi ile yaptıkları konuşmaları, Kazakistan, Türkmenistan, Kırgızistan ve Özbekistan liderleri ve heyet mensupları, kulaklıklarla Rusça çevirisinden izliyorlar.
Sezer ve Türk heyeti mensupları da Orta Asyalı liderlerin Rusça konuşmalarının Türkçe tercümesini, aynı şekilde kulaklıklarını takıp dinliyorlar.
* * *
BU manzara doğrusu, "doruk toplantıları"na verilen resmi isime pek uymuyor.Kuşkusuz altı "kardeş ülke"nin ortak pek çok yanı var. Etnik kökenden din, kültür ve geleneğe kadar. Tabii onları bir araya getiren esas faktör "aynı aileye mensup olma" duygusu ve "birlik ve işbirliği sağlama" arzusudur.Konuşulan dile gelince... Akraba ülkelerin lisanları ve lehçeleri arasında derin
<#comment>#comment>Başkan George W. Bush, Ermenilerin Anma Günü münasebetiyle yayımladığı mesaj üzerinde kim bilir ne kadar düşündü, yardımcıları metin üzerinde ne kadar çalıştı, kaç kelimeyi yazdı, sildi...
Bu metinde mevcut ifadelerden çok, yer almayan en az iki sözcük dikkati çekiyor. Biri "soykırım", diğeri de "katliam." İkisi de, Ermenilerin bu yıl mutlaka bu mesajda görmek istedikleri, buna karşılık Türkiye'nin de üzerinde büyük duyarlılık gösterdiği kelimeler...
Bundan önceki benzer mesajlarda - örneğin geçen yıl Clinton'ın beyanatında - soykırım terimi yoktu; ama katliamdan söz ediliyordu. Bu yıl, iki sözcüğün de bulunmaması, Ermenileri büyük düş kırıklığına uğratmıştır. Çünkü genç Bush, aday iken, seçim kampanyası sırasında "Ermeni acılarının gerektiği gibi tanınacağı" vaadinde bulunmuştu.
Yayımlanan mesaj - "Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşü sırasında 1.5 milyon Ermeni'nin zorunlu göçe tabi tutulması ve yok edilmesi" gibi bir ifade içeriyorsa da - özellikle Bush'tan büyük beklentileri olan Ermeni lobisi için, bir yenilgi olmuştur.* * *BU yıl Bush'un mesajının içeriği yeni yönetimin Türkiye'ye atfettiği değer açısından bir sınav olarak görülüyordu.
<#comment>#comment>İstanbul'daki Swissotel baskını, "terörist" ile "mücahit" kavramı üzerindeki tartışmaları yeniden gündeme getirdi.
Çeçenistan'daki davaları uğruna oteli basıp yerli - yabancı sivilleri silah zoru ile rehin tutanlara terörist veya tedhişçi değil de, savaşçı veya direnişçi denebilir mi?
Olayın, terörizm sözcüğünün tanımına tıpatıp uyan biçimde cereyan etmiş olması, bu eylemi gerçekleştirenlerin nasıl nitelendirilmesi gerektiği konusunda en ufak bir kuşku bırakmadı bu kez.1996'da gene böyle bir grubun "Avrasya" feribotunu kaçırmasından bu yana, Türk kamuoyunun artık terörizm kavramını daha net biçimde algıladığı anlaşılıyor...
* * *
ASLINDA "terörizm" ve "terörist" sözcükleri, dünyada bir kavram karışıklığı yaratıyor. Konunun uzmanlarının belirttiği gibi "birileri için terörist olan, başkaları için bir savaşçı olabiliyor"...
Aynı şekilde toprak bütünlüğü ile ayrılıkçılık, bağımsızlık ile bölücülük, egemenlik ile iç işlere müdahale konseptleri de, zihinleri karıştırıyor.
<#comment>#comment>Dünya dün gene Türkiye'den söz etti. İstanbul'da Çeçen yanlısı militanların Swissotel'i basması ve çeşitli uluslara mensup konukları rehin alması, yabancı medyanın bir numaralı haberi ve yorum konusu oldu.
Ne yazık ki bu olay bir kez daha Türkiye'nin dışarıya olumsuz biçimde yansımasına yol açtı. Nedeni ne olursa olsun, herhangi bir ülkede bir grup eylemcinin bir oteli işgal edip yabancıları rehin alması, kötü bir imaj yaratır.Neyse ki, İstanbul'daki eylemin nispeten kısa sürmesi ve kimsenin burnu kanamadan ve devletin otoritesi sarsılmadan son bulması, bu nahoş olayın olumlu yanını oluşturdu. Dünya rahat bir nefes aldı ve çoğu büyük radyo ve TV istasyonları, Türk resmi makamlarının bu konudaki kararlı tavrını ve eylemin kazasız belasız bitmesinde gösterdiği başarıyı da vurguladı...
* * *
BUNA rağmen kabul etmeli ki, Swissotel baskını Türkiye'ye bir miktar zarar verecek nitelikte.Bunun ilk olumsuz etkisinin turizm alanında hissedilmesinden korkuluyor. Tam da turizmin bu yıl iyi gittiği ve ülke ekonomisindeki sıkıntıların hafifletilmesinde turizm gelirinin hayati önem taşıdığı bir dönemde, Türkiye'yi ziyaret etmeyi planlayan yabancıları