Bir Datça aşığı olan Can Yücel’e “Datça’yı nasıl buldunuz?” diye sorduklarında “Elimle koymuş gibi buldum” demiş
Günümüzden dört yüz yıl kadar önce gemilerindeki cüzzamlı hastaları atmaya karar veren İspanyol korsanlar, kolay kolay kimseciklerin ulaşamayacağı, hastaların da oradan bir daha çıkamayacağı bir yer aramaya koyulmuşlar. Nihayet bir yarımadaya yanaşıp demir atmışlar ve gemideki tüm cüzzamlıları oracıkta bırakıp gitmişler. Ölüme terk edilen hastalar kısa süre içinde yarımadanın mucizevi havasıyla iyileşip kendilerine bir köy kurmuş ve köyün adını Datça koymuş.
Datça’da bir gurme
Açık konuşmak gerekirse Datça’ya varmam gerçekten de pek kolay olmadı. Uçaktan inip otobüsle üç saat boyunca virajlı yolları teptikten sonra konaklayacağım otele, yani Villa Aşina’ya ulaştığımda neredeyse yeri öpecektim. Güler yüzüyle kendini tanıtan otel sahibi Bülent Sancakdar “Aç mısınız?” diye sorduğunda tüm oteli masa ve sandalyeleriyle birlikte yiyecek kadar aç olduğumdan kısa ve net bir şekilde “Evet” dedim.
Gözümün önünden ekmek arası domatesli peynirli küçük küçük sandviçler geçerken Bülent bey olaya noktayı koydu: “Bonfileli ve mantarlı tagliatelle yapıyorum o zaman”. Öyle hazır makarnadan
“Samimiyet Arayanlar Kulübü”nün temelini Teşvikiye’nin ara sokağındaki “Kruvasan” isimli mekanda attık biz. Sizi de bekleriz
Bir insanın yüzünde taşıdığı ifade sırtında taşıdığı elbiseden mühimdir. Bir insanın yüzündeki samimiyet her şeyden değerlidir. Gülümseyin. Öyle samimi ve sıcak olun ki her sıktığınız ele ruhunuzu da katın” demiş iletişim uzmanı Dale Carnegie. Tanışıp elini sıktığımız her insanda tek bir şey arıyoruz, samimiyet. “Çok yakışıklı”, “Çok güzel”, “Çok komik” gibi tanımlamalardan önce “Çok samimi” diyorsak, tamamdır bu iş. Çünkü düşündüklerinin ardında farklı bir gündemi olan, birbirinin replikası insanlardan sıkıldık artık. Belki de zaman geçtikçe etrafımızdaki çemberi daraltmamızın sebebi yaş almamız değil, her geçen gün daha fazla samimiyet aramamızdır.
Samimiyet arayışı
Keza vakit geçirdiğimiz mekanlarda da aynı durum. İçeri adım attığımız her mekanda sanki aynı menüden yemek seçip aynı atmosferi soluyoruz. Canımız dışarı bile çıkmak istemiyor. Belki de bundandır ana caddeleri bırakıp ara sokaklara kendimizi atmamız. Topuklu ayakkabılarımızı ve makyajımızı bırakıp parmak arası terliklerimiz ve gelişigüzel topladığımız saçlarımızla en küçük , en samimi mekanı
Bir “Game of Thrones” (Taht Oyunları) nelere kadir. Sen kalk, küresel finans krizi esnasında bankacılık sistemin çöktükten tam dokuz yıl sonra ülke topraklarında çekilen bir televizyon dizisi sayesinde turist sayını 500 binden 2.5 milyona çıkar. Ardından para birimin uçuşa geçsin. Avrupa’nın en pahalı başkenti haline gel. Hem de okyanusun orta yerinde, hiçbir kıtayla bağlantın olmayıp ülkenin sadece yüzde 25’lik kısmında yaşam varken. Üstelik -39 dereceleri gören bir iklimle. Küllerinden doğmak bu olsa gerek. Dönüşün gerçekten de muhteşem oldu İzlanda. Okulun en popüler kızı sensin artık.
Kavuşamazsın, aşk olur
Bundan yıllar önce İzlanda’nın başkenti Reykjavik’e tatile gideceğini söyleyen bir arkadaşıma “Saçmalama. Niye böyle bir şey yapıyorsun?” demiştim. Öngörüm sıfırmış. “Game of Thrones”la birlikte olay koptu gitti. İzlanda’nın turizm bakanı yaptığı son açıklamada İzlanda’da bazı yerlerin her yıl 1 milyon ziyaretçi kaldıramayacağını belirterek turizm kapasitesini sınırlayabileceklerini söyledi.
Ay ben bir fena ol, bir içerle, bir hislen. Instagram’da nemli gözlerle baktığım İzlanda fotoğraflarını takiben bana da son günlerde bir İzlanda aşkı gel. Kim bilir, belki şimdi paspas
Bu ortak bir davettir. Robert Capa ve Irwin Shaw hizmetinizdedir. Sizi akşam yemeğine davet eden bu notla birlikte çiçek göndermeyi de planladık. Ancak patronlarımıza danıştığımızda ya çiçeklerin ya da yemeğin parasını ödeyebileceğimiz açığa çıktı. İkisi birden mümkün değildi. Sonuçta akşam yemeği kazandı. Damağımız şampanyadan, bütçemiz biradan yana. Sevimliliğimizse sınır tanımıyor. Terlemeyiz ve ayakta uyuruz. Sizi 18.15’te arayacağız. İmza: İki aşk ve savaş emeklisi.”
1945 yılında, Paris’teki otel odasında kendisine yazılmış bu notu okur efsanevi oyuncu Ingrid Bergman. Ve notu beraber yazıp gönderen bu iki çılgın arkadaşla buluşmaya karar verir. Akşam restoranda oturdukları masadan iki aşık olarak kalkar Ingrid ve dünyanın en önemli savaş fotoğrafçılarından olan Capa. Hem de Ingrid o sırada evli olmasına rağmen...
İnternette sörf yaparken Chris Greenhalgh’ın yazdığı “Ingrid Bergman’ı Baştan Çıkarmak” isimli romanın beyazperdeye uyarlanacağını ve başrolde Jessica Chastain olacağını okudum ve “Yakışır” dedim.
Dizi dizi inci
Sonrasında durur muyum? Hemen “pek yakında” moduna geçip sinemada ve dizilerde bizi ne gibi yeni yapımların beklediğine hızlıca bir göz attım.
Bizi yer yer
Bu zamanda internetin her yerde bedava olması lazım bence. Kimi ülkede bu uygulama var, kiminde de interneti bir dolaba kilitleyip denize atmadıkları kalmış.
Viyana’nın ücra bir köşesinde, “Oteliniz burası” deyip beni araçtan indiriyor taksici. Bir elimde valizim, bir elimde cep telefonum oldukça eski ve görkemli bir binanın önündeyim. Saat 23.00, sokakta çıt çıkmıyor. Binanın üzerinde herhangi bir tabela yok. Otelimin isminin “This Is Not A Hotel” (Burası bir otel değil) olmasıyla bir alakası olabilir mi? Mümkün. Onca otel arasından buraya rezervasyon yaptım çünkü... Bilmiyorum. Öyle esti işte.
Nerede bu insanlık?
Oteli işleten hanımın bana vermiş olduğu telefon numarasını arıyorum, açan yok. Yurt dışında çok yazmasın diye internetim her zamanki gibi yine kapalı. Valizimle tır tır bir aşağı bir yukarı dolanıp Wi-Fi (ücretsiz internet) arıyorum. Bir kişi de internetini paylaşmak istemez mi yahu? Nerede bu insanlık? Zaten bu zamanda internetin her yerde bedava olması lazım bence. Fakat enteresandır kimi ülkelerde bu uygulama var, kimilerinde de interneti bir dolaba kilitleyip denize atmadıkları kalmış.
İster eski kafalı, ister pinti deyin ama yabancı bir ülkeye gittiğimde şehir içinde
Antik Çağ’da yaşamış İyonyalı ozan Homeros, bir gün bir zeytin ağacının gölgesinde uykuya dalar. Rüyasında ağaca sorar, “Senin sahibin kim?” diye. Zeytin ağacı, dallarını eğip Homeros’un kulağına fısıldar: “Herkese aitim ve kimseye ait değilim. Siz gelmeden önce buradaydım, siz gittikten sonra da burada olacağım.”
Şu anda Göcek’in Gökçeovacık köyündeyim. Dağın en tepesine yerleşmiş dev zeytin ağacının altında yazıyorum bu satırları. Kutsallığın, bereketin, adaletin, sağlığın, gururun, zaferin, refahın, bilgeliğin, aklın, arınmanın kısaca insanlık için en önemli erdem ve değerlerin sembolü olan zeytin ağacı, sağ olsun bana dallarıyla gölge yapıyor. O kadar güzel ve canlı ki sanki ben de şuracıkta uykuya dalsam benimle de konuşuverecek. Ya da bir haftadır bu dağ başında kimseyle konuşmadığım için delirdim. Bilemiyorum.
Ölümsüzdür zeytin ağacı. Kurusa, susuz kalsa bile dimdik ayakta durur. Düşünsenize, tıp biliminin kurucusu sayılan Hipokrat, yıkanamayanlara zeytinyağıyla vücutlarını ovmalarını önermiş. Spor yapan atletler, kaslarını parlatıp yumuşatmak için zeytinyağı kullanmışlar. Zeytinyağıyla yanan kandiller, bir zamanlar evlerin vazgeçilmez eşyasıymış. Olimpiyat kahramanları
On beş yaşımın bana verdiği manyaklığa dayanarak arkadaşlarımla Mc Donalds’a gidebilmek için evimizin salonunda kendimi yerden yere atışım hâlâ gözümün önünde. Kötü bir tiyatro oyunu izler gibi dakikalarca bana baktıktan sonra tüm sakinliğiyle “Seneye gidersin” demişti annem. Zaten “Seneye de giyersin” kafasıyla alınan eşofman gibiydi o zamanlar hayatım.
Karda açan çiçek
Tek çocuk olmayı gelin bir de bana sorun. Tamam, elime kiraz sapı verseler saatlerce gıkım çıkmadan yalnız başıma takılırdım, kendimle vakit geçirmeyi çok iyi öğrendim ama evde gözler sadece benim üzerimdeydi. Ben de istemez miydim dört kardeşim daha olsundu, beşi bir yerde olaydık da arada kaynayıp gideydim? Mesela annem küçük kardeşim Ayşe’nin kanayan dizine pansuman yaparken ben de bir Mc Donalds yapaydım. Yok arkadaş. Etrafta bir tek ben dolandığımdan annem bana kol kanat geren bir güvercinden ziyade bir şahindi. Sanki boynuma bir çip taktırmıştı ve her hareketimi takip ediyordu. Burnu garip bir koku aldığı zaman anında aksiyona geçiyordu.
Veli toplantılarında öğretmenlerim “Kızınız zeki” falan diyordu ama yalan. Annem benden hep bir adım öndeydi. Kardeş istemek için artık çok geçti. Evden kaçsam en fazla
İspanya’nın kuzeyindeki Bask bölgesi topraklarında doğan ünlü yazar Miguel de Unamuno, “İnsan kafasıyla düşünür, kalbiyle duyar ve midesiyle ister” demiş. Belki de bu bölgenin insanları gerçekten mideleriyle istedikleri için gastronomi konusunda Jüpiter’den bildiriyorlar. Bense yine bir son dakika organizasyonuyla kendimi Bask bölgesine giden uçakta buldum.
Bir bilinmeyene gidiyorum
Bir gün 17 derece güneşli, bir gün 7 derece sağanak gösterdiği için abuk sabuk bir valiz hazırladım. 12 kişilik seyahat grubumuzda sadece bir kişiyi tanıyordum. Nerede kalacağız, ne içip yiyeceğiz hiçbir fikrim yoktu ama huyum kurusun, bir bilinmeyene gitmenin hastasıyım. En baştan söyleyeyim, Bask bölgesi gezilmesi hiç de kolay bir destinasyon değilmiş. Dört saatlik uçak yolculuğuyla Bilbao’ya indik ve araba kiralayıp dört gün geçireceğimiz San Sebastian’a vardık. “San Sebastian ben selamet” dedikten sonra rezervasyon yapılan restoranlara gitmek için birer saat yol teptik. İstanbul’a dönmek için de dört saatlik araba yolculuğuyla Madrid’e gittik. Peki değdi mi? Bence fazlasıyla değdi.
İspanyol aristokratı
Atlas Okyanusu kıyısındaki San Sebastian (Bask dilinde Donostia) İspanya’nın en aristokrat, en şık