Ne yazık ki Hrant, "Türklerin damarlarında dolaşan zehirli kan"dan söz etmekle de ne kadar haklı olduğunu kendi canıyla kanıtladı. Temiz kanımıza karışmış bu zehri içimizden atmadıkça millet olarak bir yere gidemeyeceğimizi bize bir kez daha gösterdi. Bunu artık anlayalım. Anlayalım ki insanoğlu insan Hrant boş yere ölmüş olmasın. Bu arada, bizi millet olarak rezil eden bu alçakça ve kalleşçe cinayete "ama"larla, "fakat"larla" bahane üretecek olanları da hem Türk olarak hem de insan olarak peşinen kınayalım. "Bunu Türkler yapmış olamaz diye" komplo teorilerine de sarılmayalım. Hrant'a mahkeme giriş ve çıkışlarında çektirilenlerden sonra komik duruma düşmeyelim. İnsanlıkla yakından uzaktan bir ilgisi olmayan bu cinayetin hiç, ama hiçbir mazereti olamaz. Hrant Dink çok sevdiğim bir arkadaşımdı. Kendisi insanoğlu insandı. Dünyanın da en sevecen insanlarından biriydi. Size sevgiyle sarıldı mı, kalp atışlarını hissederdiniz. Kafasını omzunuza koyduğunda da böyle bir insanı tanımaktan mutluluk duyardınız. "Güzel ülkemin ne güzel insanları var" diye sevinirdiniz. Hrant'ın katledilişinden sonra bu ülkenin makul insanları olarak, eskilerin ifadesiyle, külahımızı önümüze koyup, "Biz
Aslında içeriği açısından bir "ilk" olmamasına karşılık, sözlerine açıklık getirdiklerinde bu diplomatların neyi kastettiklerini anladım. Söyledikleri de bu açıdan doğru. Bu kez ne "Kerinçsiz faktörü" ne de aşırı hevesli savcılar devredeydi. 301'in burada da anında kullanılacağını tahmin eden (veya "temenni" eden) Batılılar, konferansın bu açıdan sakin geçmiş olmasını, orada konuşulanların ise, başta medya olmak üzere, "demokratik platformlarda" tartışılmaya devam edilmesini "şaşırtıcı" (surprising) bulmuşlar. Konuşmacı olarak davet edildiğim, ancak yurtdışındaki işlerimin uzaması nedeniyle katılamadığım "Türkiye Barışını Arıyor" konferansı Ankara'daki Batılı diplomatik çevrelerde de ilgiyle izlenmiş. Konuştuğum bazı diplomatların bu konferansı bir "ilk" olarak nitelemeleri ise dikkatimi çekti. Geçen yıl büyük gürültülere neden olan Orhan Pamuk ve Elif Şafak davalarından bize kalan işte budur. Yani, "Türk asar, keser, kırar, ezer" izlenimi. Bu izlenimin bize yapışmasını sağlayanların genel nüfus içinde bir avuç insandan ibaret olması ise işin en üzücü yanı.Bu konferansta söylenenlerden hoşlanmayabiliriz. Türkiye'nin en önemli yaşayan yazarı olan, Türk edebiyatını Orhan Pamuk'tan
Bu ve son dönemde yaşanan diğer bazı gelişmeler, Başbakan Erdoğan'ın "güya stratejik ortağımız" diye tanımladığı ABD'yi, PKK'ya karşı mücadelede niçin ciddiyetsiz olmakla suçladığı da daha iyi anlaşılıyor. Zira, Erbil baskını -"Çuval Hadisesi" diye tarihimize geçen Süleymaniye baskını gibi- Kuzey Irak'ta "askeri hareket marjının sınırlı olduğunu" iddia eden ABD ordusunun, istediğinde bu "hareket marjı"nı nasıl kolaylıkla bulduğunu gösteriyor.Erbil baskını, aynı zamanda, Amerikan güçlerinin "yerel Kürt yönetimini kızdırmamak için PKK'ya karşı harekete geçmedikleri" argümanını da çürütüyor. Çünkü gözaltına alınan İranlıların Bağdat hükümetinin bilgisi dahilinde bulundukları konusunda ısrar eden Kürtler bu baskından dolayı kızgınlar. ABD güçlerinin Erbil'de İranlıların çalıştığı bir büroyu basarak oradakileri "terörist faaliyetlere destek vermek" şüphesiyle gözaltına almaları, Ankara'da, "Amerikan samimiyetsizliğinin göstergesi" olarak yorumlanıyor. Irak'ın Kürt olan Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari de bu çerçevede, gözaltına alınan İranlıların içinde bulundukları irtibat bürosunun tam 10 yıldır faaliyette bulunduğunu açıkladı. Bu baskının Irak Devlet Başkanı Celal Talabani'nin kısa
ABD'nin amacının bundan böyle Irak'a demokrasi götürmek gibi ham hayallerin peşinde koşmak yerine, Irak'ın bölünmesini engellemek olacağı anlaşılıyor. Bush yönetimi, Irak'ın bölünmesinin İran'ın Irak'taki Şiiler üzerindeki nüfuzunu artıracağını, Türkiye ve Suriye ile Iraklı Kürtler arasındaysa ciddi bir krize patlak verebileceğini gecikmeli olarak kavramışa benziyor. ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice ve Savunma Bakanı Robert Gates'in Demokrat Parti'nin denetimine geçen Kongre'de Irak konusunda verdikleri ifadeler, Washington'da kontrolün Pentagon odaklı "yeni muhafazakârlardan" Dışişleri Bakanlığı odaklı "yeni gerçekçilere" geçme sürecine girdiğini gösteriyor. Amiyane tabirle, "jeton Washington'da nihayet düştü". Zira, Rice ve Gates'in söyledikleri, Türkiye'nin başından beri Amerikalılara anlatmaya çalıştığı şeylerden ibaret. Kısacası Washington, Türkiye'nin zamanında çizdiği "kırmızı çizgilere" dönmüş bulunuyor.Bu Türkiye açısından ilk bakışta iyi bir gelişme olarak görülebilir. Ama bu "uyanışın" geç gelip gelmediğini de sorgulamak zorundayız. Zira, Irak'la ilgili en temel gerçek, Amerikan işgaliyle testinin bir kez kırılmış olmasıdır. Şimdi tekrar yapıştırılmaya çalışılsa
"Genelkurmay sadece Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat'ı 'yalanlamakla' kalmadı, daha da öteye geçerek 'Kuzey Kıbrıs'ta söz ve yetki bendedir' diyerek Papadopulos'un bugüne kadar söylediklerini onayladı." Başaran Düzgün"Yarın Papadopulos, 'Senin sözün bir köprüyü kaldırmaya bile yetmedi. Ben seni Kıbrıs sorununun çözümünde ne kadar güçlü ve yetkili görebilirim?' derse Mehmet Ali Talat'ın yanıtı ne olacak?" Hasan Hastürer Kıbrıslı Türklerin seçilmiş liderini dünya önünde "yalancı" ilan etmek neye yarar anlamıyorum. Rumların bu yüzden duydukları keyfi tahmin etmek ise zor değil. Sadece KKTC'de yayımlanan Kıbrıs gazetesindeki şu yorumlara bakmak yetiyor: "Gocunan biri olarak, Lokmacı'daki köprü kalkmazsa, bir daha sandığa gitmeyeceğimi söyleyim. Atanmış askerlerin seçilmişleri yönettiği bir ülkede demokrasicilik oyunu oynamaya daha fazla katlanamam." Necdet ErgünBir de hem Kıbrıs'ta hem de diğer bazı gazetelerde çıkan şu habere bakalım:"Esnaf ve Zanaatkârlar Odası, Bu Memleket Bizim Platformu Arasta ve Asmaaltı esnafı ile Kıbrıs Türk Öğretmenler Sendikası dün Lokmacı köprüsü önünde 'ülkenin en yüksek makamının, dolayısıyla halkın çiğnenen iradesini protesto etmek' amacıyla açıklamalarda
Taner'in bazı sözleri, çerçevesi iyi anlaşılmadığı takdirde, bizdeki "koyup oturtma" heveslilerini memnun edecek bir nitelikteymiş gibi görünebilir. Oysa MİT Müsteşarı açıklamasında çok geniş perspektifli ve düşünsel derinliği olan uyarılarda bulunuyor. "Türkiye, gerek stratejik gerek jeopolitik önemi nedeniyle kendisini hiçbir zaman olayların akışına bırakma ya da 'bekle-gör-tavır al' taktiğiyle sınırlama lüksüne sahip değildir" derken de bu perspektifi kolluyor. Yoksa, kaba bir şekilde, "Haydı beyler Kerkük'e!" demiyor. Taner zaten, Türkiye'nin "uluslararası sistemin bir parçası" olduğunu açıklamasında iki kez vurguluyor. Kıbrıs ve Irak gibi konularda uluslararası sistemin bir parçası değilmişiz gibi saldırgan öğütler verenlerin de bunu not etmeleri gerekiyor. MİT Müsteşarı Emre Taner'in teşkilatının 80'inci kuruluş yıldönümü nedeniyle yaptığı açıklama, beklendiği gibi, "gündeme damgasını vurdu." Taner'in, kritik bir aşamada yaptığı bu açıklamayla, bazı uyarılarda bulunarak bir tartışma ortamı yaratmak ve insanları düşünmeye sevk etmek istediği anlaşılıyor. Fakat Taner'in sözlerinde not edilmesi gereken çok daha önemli bir husus var. Bunu da iki kutuplu dünyanın çöküşünün
Her iki ülkenin başlıca sorunu ekonomik geri kalmışlıktır. Sokaktaki Bulgar ve Romen için AB üyeliğinin önemi de şu aşamada tümüyle bununla ilgilidir. Bunu, önceki gün BBC'de yayımlanan bir haber de doğruladı. "Turist" olarak trenleri doldurup Batı Avrupa yoluna düşen Bulgarların hemen hemen hepsi, "Burada iş yok, Avrupa'ya gidiyorum" diyordu. Bu bile AB'de yeni bir "kaçak işçi" sorununun yaşanacağını gösteriyor. Akla ilk gelen, tabii ki, "Ne kaçak işçisi, bunlar AB üyesi değil mi?" oluyor. Fakat serbest dolaşım hakkından ne bir önceki genişlemede katılan 10 ülke eksiksiz yararlanabiliyor, ne de Bulgarlarla Romenler yararlanabilecekler. AB üyeliğinin sevincini yaşayan Bulgar ve Romenler gerçeklerle çabuk tanışacaklar. İngiliz Independent gazetesi de zaten bu ülkelerin "üçüncü sınıf üye olacaklarını" daha eylül ayında yazdı. Hatta bu iki ülkenin durumu daha da kötü, zira bir önceki genişlemede AB'ye katılanlara en azından İngiltere, İrlanda ve İsveç serbest dolaşım hakkını tanımışlardı. Oysa bugün Bulgaristan ile Romanya'dan işçi isteyen ülke yok gibi. Burada bir hususa daha işaret etmek gerekiyor. Tüm AB üyelerinin serbest dolaşım hakkına koydukları sınırlamaları en geç 2014'e
Washington'dan yansıyanlar, Türkiye'ye bu konuda geçmişte destek veren siyasi odakların bu kez pek hevesli olmadıklarını da gösteriyor. Bunun Türkiye'deki yaygın ABD ve İsrail düşmanlığıyla ilgili olduğu anlaşılıyor. Hükümetin Akdamar Adası'nda restore ettirdiği 1085 yıllık "Kutsal Haç Katedrali"ni 24 Nisan'da törenle "açarak" bu süreci durdurabileceğini de sanmıyorum. Hatta, bu adımın ters tepeceğini dahi görebiliyorum. Zira söz konusu katedral Ermeni tarihinin en önemli mabetlerindendir. Ermeni sorunu Türkiye'nin yakasını bu yıl da bırakmayacak. Fransa'daki manevi zaferlerinden sonra Ermeniler şimdi ABD Kongresi'ni kolluyorlar. Siyasi ortam ise kendileri için çok elverişli. Çünkü ABD Temsilciler Meclisi'nin yeni Başkanı Nancy Pelosi Ermeni davasına tümüyle inanmış biri. Bu nedenle, "biz bize" açılıp "turizmin hizmetine sunulması"nın dünyada "samimiyetsiz ve hesaplı bir adım" olarak yorumlanması riski yüksektir. Bunun olmaması için yapılması gereken dini açılış törenini ise bugünkü Türkiye kaldıramaz. Bu işe soyunanların, konunun bu boyutunu düşündüklerini hiç sanmıyorum. Kongre'deki tasarının geçmesiyle bu kez Amerikan mallarının boykotu istenecek, TSK da Amerika ile ikili