Koç'un yanıtına geçmeden önce şunu söylemeliyim. O yazım üzerine beklediğim hakaret dolu mesajlar tabii ki geldi. Şaşırtıcı olan, "Eski CHP'liyim" diye başlayan tebrik mesajlarının çokluğuydu. CHP'nin seçim stratejistlerine benden bir "tüyo" olsun: Koç'un, "ağır ithamlar ve yanlış yorumlar getirdiğimi" belirterek gönderdiği ve yer darlığı nedeniyle özüne dokunmadan biraz kısaltmak zorunda kaldığım yanıtı ise şöyle: Başkalarına ağır ithamlar yöneltmekten çekinmeyen CHP kurmayları, "CHP ülkeyi savaşa sürüklemek istiyor" başlıklı yazımı "ağır" bulmuşlar. Partinin Grup Başkanvekili Haluk Koç'tan bir yanıt aldım. Bunun şeklinden anladığım kadarıyla "AKP yandaşlığı" ile suçlanıyorum. Demek ki hükümete dönük eleştirilerim CHP'de not edilmemiş. "Siyasi iktidar iç siyasette kendi meşruiyetini sağlayabilmek için Türk dış politikasında onarılmaz yaralar açtı. Irak'ta, Kıbrıs'ta, sözde Ermeni soykırımı konusunda başarı sağlayamadığı gibi, ülkeyi bir çıkmaza doğru sürükledi. İzlenen, milli çıkarlarla uyumlu olmayan, edilgen politika, Türkiye'yi sorunlar yumağıyla karşı karşıya bıraktı. Avrupa Birliği için 17 Ekim'de altına imza atılan belgeyle başlayan süreç, AB yolunun tıkanmasıyla
İki ülke arasında yaşanan, Kuzey Irak'taki PKK varlığı gibi mevcut sorunların giderilmesi bir yana, bunlara bu arada yeni sorunlar eklenmiş bulunuyor. Bu yeni sorunlar da iki ülke arasında zaten ciddi şekilde sarsılmış olan güven ortamını daha da zedeliyor. Washington'da resmi temaslarda bulunmak üzere dün ABD'ye hareket eden Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'e başarılar diliyoruz. Umarız önceki yazılarımızda "sağırlar diyaloğu" diye tanımladığımız Türk-Amerikan ilişkilerini olumlu bir düzleme çıkarmayı başarabilir. Ancak işinin bir hayli zor olduğunu söylemek zorundayız. Bu yıl ABD Kongresi'nden büyük olasılıkla geçeceği belirtilen "Ermeni soykırımı tasarısı" bu sorunlardan biri. Bunun ilişkilerdeki atmosferi daha da zehirleyeceği kesin. Ancak, Hrant Dink'in öldürülmesinden sonra bu tasarıyı önlemenin iyice zorlaştığı da bir gerçek.Gül'ün Washington'da ABD Temsilciler Meclisi'nin Ermeni yanlısı yeni Başkanı Nancy Pelosi ile görüşüp görüşmeyeceği daha belli değil. Görüşmesi halinde bundan çıkacak sonucu merakla bekleyeceğiz. Tabii, gerçekleşirse bu görüşmenin ters tepmesi olasılığı da var. Çünkü, Pelosi'nin de mensubu olduğu Demokrat Parti üyeleri, Türkiye'nin "Tasarı geçerse zarar
Öyle anlaşılıyor ki CHP'de, Atatürk'ün dünya dengelerini iyi kavrayan ve ona göre hareket eden soğukkanlı ve itidalli ruhunun yerini Enver Paşa'nın yıkıcı militarist ve maceracı ruhu almış. Baykal ve kurmaylarının söylemine göre hareket edecek olsaydık bugün Kürtlerle, Rumlarla ve Ermenilerle savaşın eşiğine gelmiştik. Fikret Bila'nın Deniz Baykal ile yaptığı kısa söyleşiyi okuyup parti kurmaylarının son açıklamalarını da akılda tutunca insan, "Allah'tan iktidarda değiller, yoksa çekinmeden üç cephede savaşa girerek Türkiye'yi felakete sürüklemekten çekinmezlerdi" diye düşünmeden edemiyor. Bu da bir yerde Türkiye'nin dünyayla savaşa kalkışması anlamına gelirdi. Zira böyle bir savaşta ne Arabın, ne Acemin, ne Frengin ne de Rusun Türkiye'yi destekleyeceği var. Aslında CHP'nin derdi belli ve bunu Baykal sözleriyle ortaya koyuyor. Annan Planı sürecindeki olumsuz telkinleriyle Rumların AB'ye tek başlarına girip büyük avantaj sağlamalarında katkısı olan Baykal, Doğu Akdeniz'de petrol aramak için Lübnan ve Mısır ile anlaşan Rum yönetiminin bu cesareti "Ankara'dan ve KKTC yönetiminden aldığını" söyleyebiliyor. Kısacası, CHP'nin derdi demokratik yollardan önünü kesemediği AKP'yi bel
Bu konu Arap medyasına daha yansımış değil. Ancak Arap kaynakları, Ankara'dan çıkan kızgın seslerin devam etmesi halinde Arap dünyasındaki atmosferin Türkiye'nin aleyhine döneceğini söylüyorlar. Bu gelişmeler, Avrupa'ya kızıp "Biz kendi çevremize dönelim" diyenler açısından da uyarıcı olmalı. Rum yönetimiyle ortak petrol arama çalışmaları için anlaşma imzalayan Lübnan ve Mısır ile yaşanan sorun, Ortadoğu'daki siyasi zeminin ne denli kaygan olduğu gerçeğinin Türkiye'de pek kavranamadığını ortaya koyuyor. Bundan kısa bir süre önce Başbakan Erdoğan'ın ziyaret ettiği Lübnan'ın şimdi kötülenmeye ve tehdit edilmeye başlanması bunu açıkça ortaya koyuyor. Kişisel deneyimlerime dayanarak her zaman dediğim gibi, Ortadoğu kollarını açmış Türkleri beklemiyor. Hatta Türkiye'ye karşı bazı bölge ülkelerinde karşılaştığım husumetin, Balkanlarda karşılaştığım husumetten daha fazla olduğunu söyleyebilirim. Hatırlayalım. Türk askerinin Irak'a gitmesini istemeyenler sadece Kürtler değildi. İster Şii, ister Sünni olsun, ülkedeki Arap unsurlar da buna karşı çıkmıştı. Hâlâ da çıkıyor. Lübnan, Suriye ve Mısır'ın Kıbrıs Rum yönetimiyle iyi ilişkileri ise eskiye dayanıyor. Mısır'ın yakınlığı, "Kıbrıs
Amin'e Erbil'de katıldığı bir konferans sırasında tesadüfen rastladık. Haliyle de sormadan edemedik. Acaba, Saddam Hüseyin'in kendisinden sonraki yargılanma sürecini ve idam ediliş şeklini bir hukukçu olarak nasıl değerlendiriyordu? Amin elbette ki kendisinden sonra devam eden mahkemeyi kötüleyecek durumda değildi. Ancak o mahkemede yaşananları ve Saddam'ın idam ediliş şeklini hiç tasvip etmediğini, yer yer dolaylı ifadelerle olsa bile, açık açık belli etti. Rizgar Muhammed Amin ilk anda tanıdık bir isim olmayabilir. Ancak kendisinin, mahkemesi sırasında Saddam Hüseyin'e fazla söz hakkı tanıdığı için Amerikalıları kızdıran ve bu davadan çekilmek zorunda bırakılan Kürt yargıç olduğunu söylersek hemen hatırlanacaktır. Kendisinden sonraki yargıcı eleştirmek yerine, Saddam'ı yargılarken kendisinin "profesyonel bir yargıç olarak" hangi kriterlere uyduğunu anlatmayı tercih eden Amin, "tarafsız" olmaya çalıştığını belirterek, "O mahkeme vicdan ve adalete dayanarak, objektif bir şekilde ve önyargısız olarak yürüdü" dedi.Amin, "Biz onu Saddam olarak değil, bir dosya olarak ve belgelere dayanarak değerlendirdik. Önyargılı olsaydık, o zaman adaletten söz edemezdik" diyerek şöyle devam
Zaten işleseydi, bu hassas konuların, atanan iki koordinatör tarafından, sonuç getirecek şekilde kapalı kapılar ardında ele alınması gerekirdi. Oysa bunun öyle olmadığı açık. Nitekim haberler de Ankara'nın bu konuda yakında bir "yeniden değerlendirmeye" gidebileceğini ortaya koyuyor. ABD'nin koordinatörü, emekli general Joseph Ralston'un Türkiye'ye ay sonunda yapacağı ziyaretin ise çok fazla bir yenilik getirmesi beklenmiyor. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın kısa bir süre sonra Washington'a yapması beklenen ziyaretin de bu konuda yeni açılımlar getireceği sanılmıyor. Ankara ile Washington arasında basın ve konferanslar yoluyla Kuzey Irak'taki PKK varlığıyla ilgili olarak yürütülen "dolaylı diyalog" iki ülke arasında bu konuda oluşturulan "koordinatörlük mekanizması"nın pek işlemediğini gösteriyor. Kısacası, Ankara'yı başından beri tatmin etmeyen bu koordinatörlük mekanizmasının miadını doldurmak üzere olduğu anlaşılıyor. Buradaki temel sorun, Irak'ta çok faklı -hatta yer yer zıt gündemlere- odaklanmış olan Amerika'daki mevcut yönetim ile Ankara'nın, Kuzey Irak'taki PKK varlığı konusunda ortak bir dil oluşturamamalarından kaynaklanıyor. Başka bir ifadeyle, burada
Üzüntülüyüz ama dünya dönmeye devam ediyor. Döndükçe de, Almanya'nın KKTC için "doğrudan ticaret" olanağının yaratılması konusunda AB adına oynadığı oyunun beklenen şekilde başladığını görüyoruz. Gerçi AB konusu kamuoyumuzun radarından düşmüştür. Birliğin bu aşamada KKTC'ye dönük herhangi bir samimi ve ciddi açılımda bulunması ise beklenmiyor. Ama söz konusu "oyun"u gene de tahlil etmek durumundayız. Kötü bir hafta geçiriyoruz. Sevgili dostumuz Hrant Dink toprağa verildi. Anısını da kalbimize gömdük. Aydın ve barışçı kişiliğiyle Türkiye'nin parlak yüzünü dünyaya yansıtan İsmail Cem'i de dün kaybettik. Onun da toprağı bol olsun. AB dışişleri bakanları, pazartesi günü yaptıkları toplantıda, KKTC'nin üzerindeki izolasyonların kaldırılması için 2004'te kabul edilen, ancak Rumlar tarafından bloke edilen, "doğrudan ticaret tüzüğü" ile ilgili çalışmalara yeniden başlanmasını kararlaştırdılar. Dönem Başkanı Almanya şimdi, adadaki iki tarafla görüşmelere başlayacakmış. Bazıları, "Almanya sorunu çözmek için harekete geçiyor" diye düşünebilirler. Ancak ortada bir kandırmaca var. Her şeyden önce, Almanya'nın taraflarla neyi müzakere edeceğini anlayamadık. AB Komisyonu tarafından 2004'te
İşte bu hususta kendisine pek katılamıyorum. Zira, "durumdan vazife çıkarıp" kendilerine "Türklüğü kurtarma" misyonu biçen ve bu cinayetten aklınca siyasi avantaj sağladıklarına inanan çok sayıda kişi ve odak aklıma geliyor. Son iki yıl zarfında yapılan önemli reformların hayata geçirilmeye çalışılması süreci çerçevesinde bu ülkede yaşananları takip etmiş olmak bile bunları "deşifre" etmeye yetiyor. Sevgili dostumuz Hrant Dink'in vahşice katledilişine hepimiz gibi üzülen ve haklı olarak ülkemizin dünyanın gözünde küçük düştüğüne inanan Melih Aşık, "Bu olay Türkiye'de hiç kimseye siyasi avantaj sağlamaz" demiş. "Görmüş ve geçirmiş" bir büyüğümüz olan Çetin Altan ise dünkü yazısında bu kişi ve odakları güden şeyi çok güzel tarif etmiş: "Oldum bittim 'Türk düşmanlığı' suçlaması, İttihatçı politikalarından uzantılı ucuz bir tırpan savurmasıdır, uydurma 'resmi tarih'lerle, kutsallaştırılmış içi boş hamasi kavramları fiskelemeye kalkanlara karşı."Altan'ın "İttihatçılara" yaptığı gönderme tabii ki boşuna değil. Gazeteci Ahmet Emin Yalman, "Yakın Tarihte Gördüklerim ve Geçirdiklerim" başlığı altında topladığı anılarının "Tehcirde Taşkınlıklar" bölümünde, Ermenilerin yurtlarından