Bilmeyenler için söyleyelim. 13 No.lu Protokol idamı cezasını savaş halinde bile yasaklıyor. Protokolü TBMM'de onaylatan hükümetin buna dayanarak, "İşlediği suçlar bilinmekle beraber, devrik Irak liderinin asılmasını ilke olarak desteklememiz mümkün değil" demesi gerekirdi.Ama yapamadı. Çünkü Türkiye'de yasalar değişse de, o yasaların işaret ettiği gelişmiş anlayış ve algılama yeteneğine ulaşmak kolay olmuyor. Saddam'ın asılmasına karşı olan AKP'lilerin bu görüşü de "gelişmiş anlayış ve algılama yeteneği"ne dayanmıyor. İdam cezasına karşı olduğum için Saddam Hüseyin'in asılmasına da karşıydım. İdam cezasını yasalarından kaldırmış, bu konuda Avrupa İnsan Hakları Konvansiyonu'nun 13 No.lu Protokolü'nü de onaylamış bir ülke olarak, Türkiye'nin de karşı olmasını beklerdim. Amerika ve İsrail'e kafa tutan biri olması Saddam'ı onların gözünde kahraman yapmaya yetiyor. İran'a karşı zamanında ABD'nin hevesli maşası olan Saddam'ın, Müslüman ülkelere ve halklara vahşice saldırarak on binlerce masum insanın hayatına mal olması ise umurlarında değil. Sonuçta hükümet, kâğıt üzerinde gerçekleştirdiği reformların ruhuna burada da uyamadı ve "Saddam'ın asılması Irak'ın iç işidir" diyerek meseleyi
Ankara, bazı üye ülkelerin bezdirici ayak oyunlarını sineye çekip yoluna bu koşullarda devam etmeye hazır olduğunu gösterseydi, Avrupa'ya karşı elini zayıflatırdı. Zira Avrupa'da bazılarında zaten, Türkiye'nin AB üyeliğini ne pahasına olursa olsun istediğine dair bir izlenim var. Türkiye'den AB konusunda son dönemde esen olumsuz hava karşısında kimi Batılı diplomatlardan "Geleceğinizi tehlikeye atmayın" telkinlerinin gelmesi de bunu kanıtlıyor. Oysa Türkiye'nin geleceği hiçbir zaman tümüyle Avrupa'ya bağlı olmadı ki. Yılın son MGK toplantısından AB konusunda iyi bir sonuç çıktı. Türkiye özetle "AB üyeliğini istiyoruz, ama kurallarını sürekli değiştirdiğiniz müzakere işi böyle yürümez" diyor. MGK, mevcut ortamda başka bir mesaj da veremezdi zaten. Avrupalılara hep söylerim. Adeta bir slogan haline geldi. Türkiye bugün varsa bu büyük oranla kendi iradesiyle ve Batı'ya rağmen olmuştur; Batı sayesinde değil. Nüfusunun ezici çoğunluğu Müslüman olan Türkiye, buna rağmen, "Temel insani değerleri benimsemiş eşit bir üye olarak aranıza katılmak istiyorum" diyorsa, bu da Avrupa'ya dönük bir lütuftur. Onun için, Türkiye'nin ne pahasına olursa olsun AB üyeliğini istediğine dair izlenimin
ABD ile yakından ilgili olan AKP'li Egemen Bağış ve Cüneyd Zapsu gibi isimlere bu konuda ne tür telkinlerin geldiğini de bilmiyorum. Kaldı ki, burada akla ilk gelen, "Türkiye'deki cumhurbaşkanlığı seçimlerinden Amerika'ya ne?" oluyor. Doğal şartlarda bu elbette ki geçerli bir soru. Ancak, Türkiye'nin iç siyasetinde olup bitenler artık sadece Türkiye'yi ilgilendirmiyor. İçeride ve dışarıda başı yeterince dertte olan Bush yönetiminin üst kademesinin Türkiye'deki cumhurbaşkanlığı seçimlerine şu aşamada çok fazla kafa yorduğunu sanmıyorum. Stratejik ve ekonomik açıdan bakıldığında, Türkiye'de olup bitenler, bölge ülkeleri için olduğu kadar, işbirliği içinde olduğumuz ülkeler için de önemli. Amerika da zaten, bu konuların kendisi açısından ortaya çıkarabileceği acı sonuçları "tezkere olayı"nda yaşamış olan bir ülke. Bu nedenle, cumhurbaşkanlığı seçimleri konusuna Washington'da şimdiden kafa yoranların olduğunu düşünmek de ters olmaz. Nitekim, Türkiye'ye siyasi ve ekonomik "sondajlar" için son dönemde gelen ve benimle de görüşen bazı Amerikalıların yaptıkları araştırmalar da bunu doğruluyor. Şimdiden kafa yoruyorlar Bu kişiler arasında hem Cumhuriyetçilere hem de Demokratlara yakın
Amaç ise Amerikan kamuoyunu, bu belgenin önerilerine uyulmasının felaket getireceğine ikna etmek ve Iraklı Kürtlerin siyasi kazanımlarını koruyup bu yolda ilerlemeye devam etmelerini sağlamaktır.Süren Saddam davasında, 1988'de gerçekleşen ve Halepçe katliamıyla anımsadığımız, "Enfal"da -yani "Kürt soykırımı"nda- Türkiye'nin de bir parmağı olduğu iddiasının ortaya atılmasını da bu çerçevede görmek lazım. Baker-Hamilton Raporu'nun yankıları sürüyor. Kürtler için "yeni bir ihanet belgesi" olan bu raporun yayımlanmasının ardından, özellikle ABD'deki Kürt lobisi var gücüyle harekete geçmiş durumda. Tabii ki, Kürt sempatizanı olan Batılı kaynaklar dahi bu iddiayı kanıtlayacak herhangi bir delilin bulunmadığının farkındalar. Kaldı ki, Iraklı Kürtler bile bugüne kadar böyle bir şeyi ileri sürmüş değiller. Bu durumda, "O zaman niçin şimdi?" sorusu akla geliyor. Bu konudaki kanaatimizi söyledik. Amaç Baker-Hamilton raporunu karalamak. Zira bu rapor Irak için sadece merkezi güçlü olan bir yönetim önermiyor. Aynı zamanda Türkiye, İran ve Suriye'nin de Irak'ın yeniden yapılanmasına katkıda bulunmalarını öneriyor. Kısacası, Kürt lobisi, "Enfal'da parmağı olan Türkiye mi Kürtlerin kaderi
AB üyeliğini desteklemek hiçbir zaman "Fransızlaşmak" veya "Almanlaşmak" veya "Hıristiyan değerleri kabul etmek" anlamına gelmedi. Kaldı ki, bugüne kadar ne Fransızlar "Almanlaştı" ne de tersi oldu. Aynı şekilde, ne bir Ortodoks, dinen reddettiği Katolikliği ne de bir Katolik "sapkınlık" olarak gördüğü Ortodoksluğu kabul etti. Avrupa'da son 50 yıldır olan şey, ortak değerler altında toplanılmaya çalışılmasından ibarettir. Temelindeyse Avrupa'nın kanlı tarihine son verme çabası yatmaktadır. Bu çaba da büyük ölçüde başarılı olmuştur. Söz konusu değerlere gelince, bunlar "dini" değil, "laik" ve "hümanist" olan evrensel değerlerdir. "Türkiye" denince Avrupalıları korkutan da budur. Zira Türkiye hâlâ, insan hakları, fikir özgürlüğü, siyasi temsil hakkı gibi temel ilkeleri "ikincil" planda tutan bir ülke görünümünden kurtulamamıştır. AB ile ilgili son yazılarım üzerine bazıları beni kutluyorlar. Bu kişilere göre "gerçekler karşısında AB'cilikten vazgeçiyor"muşum. Bu nedenle konuya açıklık getirme ihtiyacını duyuyorum. Bu olumsuzlukların "İslami kimliğimizle" ilişkilendirilmesine gelince, bu da, yukarıda sözünü ettiğimiz hümanist değerlerin, Müslüman olan ülkelerde fazla yer
AB Komisyonu da zaten sırf, "Tren her şeye rağmen yürüyor" diyebilmek için bu fasılların açılmasını istiyor. Zira müzakerelerin 12 Haziran'dan bu yana fiilen durduğu artık biliniyor. Bu fasıllarda müzakerelere başlanabilirse, kırgın olan Türklerin gönlünün bir nebze de olsa, alınabileceği hesaplanıyor.vRumlar veto hakkını kullanıyorDışişleri Bakanı Gül de, söz konusu fasılların kapatılması koşulunu bilmesine rağmen, bu fasıllarda müzakerelerin açılmasını pragmatik nedenlerden dolayı istiyor. Zira Ankara, AB ile ilişkilerin her şeye rağmen yürüdüğünü göstermek zorunda. Çünkü AB üyeliği Türkiye açısından hâlâ "devlet politikası" olmaya devam ediyor. Nedeni de malum. Ankara'nın elinde, en azından şu aşamada, tutarlı bir alternatif yok. Bunun oluşturulmasının zaman alacağı ise aşikâr. Fakat, AB Konseyi'nin müzakerelerde sekiz faslı askıya alınması ve geri kalan fasılları Kıbrıs koşuluna bağlamasıyla işin bitmeyeceği de belliydi. Zira, daha önce de belirttiğimiz gibi, Kıbrıslı Rumlar, müzakere edilebilecek konuların üzerindeki veto haklarını da saklı tuttuklarını açıkladılar. Brüksel'den dün yansıyan haberler de zaten, AB sayesinde kendilerini güçlü bir konumda hisseden Rumların bu
İddialı bir benzetme olacak ama, gene de yapacağım: Hatırlanacaktır, ünlü "Balfour Deklarasyonu," Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı'ya karşı ayaklanan Araplar tarafından, destekçilerinin (veya kışkırtıcılarının) "ihanet belgesi" olarak algılanmıştı. Baker-Hamilton Raporu'nun Iraklı Kürtler üzerinde benzeri bir etkiyi yarattığını görüyoruz. Mesut Barzani ile Celal Talabani'nin raporu anında reddetmeleri de bunu kanıtlıyor. Türkiye'yi memnun eden bu raporu reddetmelerinin nedeni ise malum. Avrupa Birliği'ne gömülerek Türkiye'yi kısa vadede çok daha fazla ilgilendirecek olan Irak konusunu arka plana ittik. Oysa bu cephede önemli gelişmeler yaşanıyor. Aylarca beklenen "Baker-Hamilton Raporu"nun yayımlanmasından sonra, gözler Başkan Bush'un ocak ayında açıklayacağı yeni Irak politikasına dönmüş bulunuyor. "Partilerüstü" bir komisyon tarafından aylar süren bir çalışma sonunda hazırlanan rapor -adeta "aklın yolu birdir" özdeyişinden hareketle- Ankara'nın başından beri savunduğu şeyleri öneriyor. Buna, Irak'ta güçlü bir merkezi yönetim, bu ülkenin kaderi konusunda bölge ülkelerine danışılması ve Kerkük üzerindeki Kürt emellerinin dizginlenmesi gibi temel hususlar da dahil.
Zira, iki hafta sonra AB'nin dönem başkanlığını devralacak olan Almanya'nın, Kıbrıslı Türklerin üzerindeki ekonomik ambargonun kaldırılması konusunda Rumları tercih eden bir formüle yöneldiği, basına şimdiden sızmaya başladı.Bu formül, Kuzey Kıbrıs'ın dünya ile "doğrudan ticaretini" adadaki "yasal limanlardan" birinden yapmasını içeriyormuş. Yani, Kuzey'deki limanlar denklemde yine yok. Bunun bir komediden ibaret olduğu tabii ki ortada. AB konusundan usanmamıza rağmen, son gelişmelere gene de işaret etmek zorundayız. Türkiye açısından "asli anlamını" yitirmek üzere olan bu konunun, önümüzdeki aylarda "Kıbrıs eksenli" olarak gündeme gelerek ilişkileri daha da gereceğini görür gibiyiz. Zira bu, "ambargonun kaldırılması" değil, Kuzey Kıbrıs'ın ekonomik gelişmesinin Rumların keyfine terk edilmesi anlamına geliyor. Bu da olamayacağına göre, Türk-AB ilişkilerinin 2007'nin daha başında bu konudan dolayı gerileceği kesin. AB'de Türkiye'nin önünü kesmeye çalışan ülkelerin Ankara'daki diplomatlarından yansıyan olumsuz hava da zaten yeni krizin haberciliğini yapıyor.Bu diplomatlar, her şeyden önce, Başbakan Erdoğan'ın, AB'nin aldığı ve "Türkiye için çok iyi olduğunu" iddia ettikleri son