Türkiye ile İsrail arasında artan tansiyondan Ankara sorumlu değil. İsrail, Gazze’de yaptıkları nedeniyle bugün hâlâ töhmet altındadır. BM’nin “Goldstone Raporu” da zaten İsrail’i Gazze de savaş suçu işlemekle itham ediyor.
Söz konusu rapor Hamas’ın da aynı suçları işlediğini belirtiyor. Ancak bu durum İsrail’in sorumluluğunu azaltmıyor. Gazze operasyonundan bu yana İsrail’de meydana gelen gelişmeler ise ülkeyi daha da sağa kaydırarak siyasi ortamı iyice germiş bulunuyor.
Netanyahu yönetimi de tüm olumsuz beklentileri doğrulayarak ilerliyor. “Teröre karşı savaşıyorum” argümanıyla Filistin halkını zulüm altında tutmaya devam ediyor. Filistin topraklarına yayılma politikası ise, taktiksel bazı yavaşlatmalar dışında, aynen devam ediyor.
Kısacası İsrail, eylem ve söylemleriyle, Ortadoğu sorununu canlı tutan temel konularda herhangi bir taviz vermeye hazır olmadığını net bir şekilde ortaya koyuyor. Hal böyle olunca, İsrail savaş uçaklarının, daha sonra Filistinlilere karşı kullandıkları, eğitim uçuşlarına ev sahipliği yapmak, ABD’yi saymazsak, herhangi bir ülkede sorun yaratırdı.
İsrail ve İran aynı kefede
Bu nedenle, Türkiye’nin Anadolu Kartalı adlı tatbikatı ertelemesi,
Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkileri normalleştirme çabasının ilk ayağı sancılı doğdu. İmza töreninde Ermenistan Dışişleri Bakanı Eduard Nalbantyan’ın suratından düşen bin parça, sürecin karşılaşacağı zorlukların habercisi gibiydi.
Nalbantyan’ın, Annan Planı süreci sırasında son dakikada oyunbozanlık yapan Rum lideri Tassos Papadopoulos’un durumuna düşmesine bizce ramak kalmıştı. Ancak o sırada Rumların elinde olan büyük avantaj Ermenistan’ın elinde yoktu.
Başka bir ifadeyle oyunu bozsaydı Nalbantyan’ın elinde, Papadopoulos’un aksine, “AB üyeliği” gibi medet umacağı bir “ödül” yoktu. Zürih’te yaşanacak fiyaskonun bedeli de büyük ölçüde Ermenistan’a çıkarılacaktı.
Protokolün ruhunu bozacaktı
Nalbantyan’a pres yapan ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın da, eşyanın tabiatı gereğince, bunu söylediğini tahmin ediyoruz. Nitekim, Nalbantyan’ın imza törenindeki yüz ifadesi, hemen arkasında duran dünyanın en önemli ülkelerinin ve örgütlerinin temsilcilerine, “zorla buradayım” türünden bir mesaj gönderir nitelikteydi.
Öte yandan, Nalbantyan’ın imza töreninde yapmayı planladığı konuşmasına protokollerin ruhunu bozacak ciddi bir şeyler eklemiş olması gerekiyor ki, ABD
Ünlü Ermeni asıllı Fransız şarkıcı ve sinema oyucusu Charles Aznavour, Zürih’teki imza töreninin sürpriz ismi oldu. Kendisinin orada bulunması aslında doğaldı zira bundan kısa bir süre önce Cumhurbaşkanı Sarkisyan tarafından Ermenistan’ın İsviçre Büyükelçisi olarak atanmıştı.
Annesi Anadolu’dan, babası ise Gürcistan’dan gelen ve asıl adı Shahnour Vaghenag Aznavourian olan 85 yaşındaki Aznavour, şarkıları Türkiye’de de yıllarca zevkle izlenen, dünya çapında üne kavuşmuş bir sanatçıdır.
Türklerden nefret etmediğini sık sık tekrarlayan Aznavur, Ermeni diasporasının hiçbir Türkiye aleyhtarı gösterisine veya girişimine katılmadığını da her zaman söylemiştir.
Buna karşın, kendisine sorulduğunda, Ermenilerin soykırıma uğradıklarını da kesin bir inanç olarak her zaman vurgulamış, Türkiye’nin bundan dolayı Ermenilerden özür dilemesi gerektiğini belirtmiştir. Bir defasında bir soruyu yanıtlarken, “Soykırım olmasaydı bugün Türkiye’nin dünyaca ünlü sanatçısıydım, düşünebiliyor musunuz?” diye konuşmuştu.
Türkiye’yi de çeşitli zamanlarda ziyaret etmiş olan Aznavour, buna karşın kendisine özel Türk kuruluşlarından gelen konser davetlerini her zaman reddetmiştir. “Ben ancak Türk devleti,
Ermenistan ile normalleşme süreci Ermeni diasporasını daha iyi tanımamızı da sağlıyor. Diaspora mensuplarının Paris, Los Angeles ve Beyrut’ta Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan aleyhinde yaptıkları gösteriler, her zaman söylediğimiz bir hususu da doğruluyor.
Özetle, diaspora Ermenileri ile Ermenistan Ermenileri arasında büyük farklılıklar var. Bu da doğal. Tehcir ve göç nedeniyle Batı’ya yayılmış olan diaspora, genelde başarılı ve “tuzu kuru” Ermenilerden oluşuyor.
Ermenistan Ermenileri ise, yetmiş yıl boyunca Sovyet dünya görüşünün hâkim olduğu bir sistemde yaşadılar. Bu nedenle de Batı’daki, hatta Türkiye’deki, soydaşlarına oranla ekonomik açıdan -yetenek eksikliğinden değil, “sistemik” nedenlerle- daha az gelişebildiler.
Geçmişten çok gelecek
Ermenistan’ın bağımsızlıktan bu yana yaşadığı kronik ekonomik sıkıntılar düşünülürse, bu iki kesim arasındaki beklentilerin uyuşması, “eşyanın tabiatı gereğince”, mümkün değil.
Ancak bu, iki kesimin arasında “soykırım” konusunda farklı görüşlerin olduğu anlamına da gelmez. Yedisinden yetmişine, Ermeniler buna tartışmasız bir şekilde inanıyor. Ancak bu konu diasporayı güden temel konuyken, Ermenistan Ermenileri zorunlu olarak
Başbakan Erdoğan’ın AKP’nin büyük kongresinde cumartesi günü yaptığı konuşmayı biz de dinledik. Özgüven ve enerji yansıtan iki saatlik konuşmanın sadece salondaki delegelere ve genelde Türk kamuoyuna değil, dünyaya da mesajlar içerdiği belliydi.
Erdoğan’ın, konuşmasının önemli bir bölümünü dış politika gündemimizdeki önemli konulara bu nedenle ayırdığını tahmin etmek güç değil. Kongreyi izleyen yabancı gözlemciler, Erdoğan’ın “Kürt açılımı” konusunda söylediklerini de, tabii ki ayrı bir dikkatle not ettiler.
Dün Ankara’daki bazı yabancı diplomatları yoklama fırsatımız oldu. “Olağan” olmasına karşın, bu kongrenin cesur bazı siyasi açılımların ön plana çıktığı “olağanüstü” bir dönemde gerçekleştiğine işaret ettiler. Bunun da Ankara’daki yabancı misyonlar için bu kongrenin önemini arttırdığını vurguladılar. Erdoğan’ın kongredeki sözlerini de, bu nedenle, bir tür “yeni dönem manifestosu” olarak değerlendirdiklerini söylediler.
Diplomatların sorduğu isimler
Bir diplomatın ifadesiyle, Erdoğan konuşmasında, dünyada da yakından izlenen iç ve dış açılımlar konusunda “geri adım yok” mesajı vermeye çalıştı. Başka bir deyişle, AKP bu açılımlara samimi bir şekilde “angaje olduğunu,”
Biz kendi gündemimizle boğuşurken, dünyanın gözü önceki gün İran’ın Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi artı Almanya ile Cenevre’de gerçekleştirdiği görüşmelere çevriliydi. Gelen haberler ise bu görüşmelerde “havanda su dövülmediğini,” aksine, bazı ilerlemelerin sağlandığını gösteriyor.
Nitekim ABD Başkanı Obama bile konuyla ilgili olarak yaptığı açıklamada “olumlu bir başlangıcın gerçekleştirildiğini” söyledi. İran’ın nükleer programına ilişkin sorunlar buna rağmen devam ediyor tabii ki. Ancak, “savaş” söyleminden “diyalog” ve “müzakere” söylemine dayanan bir döneme girmekte olduğumuza dair umutlar da artıyor.
Cenevre’deki buluşmadan sonra Türk tarafında bir burukluk da yaşanmıyor değil. Nedeni ise malum. AB’nin dış politika sorumlusu Javier Solana’nın kısa bir süre önce yaptığı açıklamalardan sonra, bu önemli toplantının İstanbul’da gerçekleşeceğine dair bir beklenti doğmuştu. Fakat olmadı.
İran ile yakın ilişkilerini sürdüren Türkiye’ye bu süreçte yine de bazı önemli görevlerin düşeceğini tahmin ediyoruz. Ancak bunun önkoşulu, Sami Kohen’in de dünkü yazısında belirttiği gibi, Türkiye’nin ilgili tüm taraflara eşit mesafede durabilmesidir.
İran konusunda tarafsız mı?
B
Beyoğlu Musevi Hahamhane Vakfı’nın girişimleriyle gerçekleştirilen ve AB Komisyonu tarafından finanse edilen, “Farklı kimliklere ve Yahudiliğe Bakış Algısı Araştırması” ile ilgili haberleri ve yorumları dün gazetelerde okuduk. Bu araştırmayla ortaya çıkan görüntü herhangi bir sürpriz içermediği gibi, “bilinenin teyidinden” başka bir şey değil.
Söz konusu görüntü, daha önce yerli ve yabancı şirketler veya üniversitelerce yapılan farklı araştırmaların sonuçlarıyla da uyumlu. Sonuçta, “Türkler” olarak dünyanın hoşgörüsüz milletleri arasında yer aldığımız bu vesileyle de ortaya çıkıyor. Bu “makûs talihimizin” nasıl bozulacağı ise belli değil.
Araştırmayla ilgili ayrıntılar dünkü Milliyet’in yanı sıra birçok gazetede yer aldı. Onun için burada uzun uzun girmeye gerek yok. Ancak çarpıcı bir iki oranı vermeyi gerekli görüyoruz.
Araştırmaya göre, milletimizin yüzde 57’si ateistleri, 42’si Yahudileri ve 35’i Hıristiyanları komşu olarak istemiyor. Çok daha az oranlarda da olsa, Kürtlerle Aleviler de hoşgörüsüzlükten nasiplerini alıyorlar.
Bu arada yüzde 50’den fazlası, vatandaş olsalar bile, gayrimüslimleri MİT, emniyet, ordu ve siyasi partilerde istemiyor. Yüzde 40’ın biraz fazlası
Almanya’da dün yapılan genel seçimlerin sonuçlarının Türkiye’nin AB perspektifi açısından çok önemli olacağı günlerdir yazılıyor. Bu yazı kaleme alındığında seçim sonuçları daha belli değildi. Ancak, Angela Merkel başkanlığındaki Hıristiyan Demokrat Parti’nin (CDU) birinci çıkacağı kesinlik kazanmıştı.
Gözler bu nedenle diğer partilerin performansı üzerindeydi. Son yoklamalar ise Merkel’in bu kez koalisyonunu, Sosyal Demokrat Parti (SPD) ile değil, Hür Demokrat Parti (FDP) ile kuracağını gösteriyordu. Doğru çıkması halinde bunun Türkiye açısından olumlu bir gelişme sayılamayacağı ortada. Zira Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkan Merkel’i frenleyen şey SPD’nin hükümette olmasıydı.
İrlanda’da ikinci referandum
FDP ise Türkiye’nin AB üyeliği konusunda çok da hevesli sayılamaz. Bu nedenle, Merkel’in koalisyonunu bu parti ile kurması halinde, Türkiye’nin üyeliği konusundaki olumsuz tutumunu daha açık bir şekilde dile getireceği tahmin ediliyor.
Öte yandan, Merkel SPD ile tekrar “büyük koalisyonu” kurmak zorunda kalırsa -ki bu olasılık da göz ardı edilmiyor- bu Türkiye açısından mevcut durumun devamı anlamına gelecektir. Fakat bu kez “Lizbon Antlaşması” meselesi gündeme gelecek.