Dışişleri Bakanlığına getirilen Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, Ankara’daki diplomatik çevrelerde bilinen bir isimdir. Başbakan Erdoğan’a yakınlığı nedeniyle de dış politikadaki ağırlığını hep hissettirmiş olan birisidir. Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olarak atanacağına ise söz konusu çevrelerde özellikle son günlerde kesin gözüyle bakılıyordu. Bu varsayımın AKP içinden de güçlü sinyallerle beslendiğini burada belirtmekte yarar var.
O kadar ki, Davutoğlu’nun bu göreve atanmaması aslında beklenmedik bir sürpriz olarak karşılanırdı. Fakat bu olmadı. Beklenen oldu. Bu da hükümetin, en azından bu atama açısından, diplomatları, Türk dış politikasının karmaşık bir hal aldığı bir sırada, bir “bilinmeyen” ile karşı karşıya bırakmak istemediğini gösteriyor.
Hâkimiyeti tartışılmaz
Davutoğlu’nun Türk dış politikasını ilgilendiren konulardaki hâkimiyeti tartışılmaz. Ele aldığı konulara getirdiği geniş ve akademik ağırlıklı perspektifler ise her zaman ilginç bulunmuştur.
Türkiye için özellikle
Martin Luther King, 28 Ağustos 1963’te Washington’daki Lincoln Abidesi’nden yüz binlere yaptığı konuşmasında tarihe geçen bu sözleri söylediğinde, o günün perspektifinden gerçekleşmesi hiç de mümkün olmayan bir temenniyi ifade ediyordu.
King de zaten bu nedenle bir “rüya”dan söz etmişti. Fakat bu rüyası öldürülmesinden kısa bir süre sonra kademe kademe gerçekleşmeye başladı. Bugün ise Beyaz Saray’da siyahi bir aile oturuyor. Tabii Amerika’da bunu halâ hazmedemeyen çok sayıda insan var. Ama tarih yazacağını yazdı.
Ermenistan Dışişleri Bakanı Edvard Nalbandyan da Türk siyasilerin bir gün Erivan’daki soykırım anıtına çelenk koyacaklarına dair “rüyasını” dile getirdi. Günümüzün perspektifinden bakıldığında bu olmayacak duaya amin demek gibi görünüyor.
Fakat her zaman dediğimiz gibi, “gelecek bilimi” diye bir şey yok. Kaldı ki günümüz Türkiye’sinde 1915 olaylarına artık çok farklı açılardan bakanlar
ABD ve AB’den gelen baskıların artacağı bir döneme giriyoruz. Önce ABD cephesine bakalım. Başkan Obama 24 Nisan mesajıyla Türkiye’nin beklediğini yaptı. Yani “soykırım” ifadesini kullanmadı. Bunun yerine Ermenilerin kullandığı ve “Büyük Felaket” anlamına gelen “Meds Yeghern” ifadesini tercih etti.
“Orta yolu” bu şekilde seçtiğine inanan Obama’nın mesajı yine de beklenenden sert çıktı ve Ankara’yı rahatsız etti. Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan ile Dışişleri Bakanlığı’nın tepkilerinden bunu anlıyoruz.
Özetle, Obama “soykırım” demedi ama demiş kadar oldu. Yanlış anlama olmasın diye de “1915’te olanlarla ilgili görüşlerimi bugüne kadar tutarlı bir şekilde açıkladım. Bu tarihi olayla ilgili görüşlerim değişmiş değildir” dedi.
Mesajının “Geçmişe değil, geleceğe bakalım” kısmındaysa Obama, Türkiye ile Ermenistan arasındaki normalleşme sürecini överek, tarafların geçen hafta açıkladıkları “yol haritasına” uymalarını istedi. Burada da
Türkiye ile Ermenistan’ın ilişkilerini düzeltmek için açıkladıkları yol haritası dünya çapında ilgi çekerken, Kafkaslar konusunda Azerbaycan’da da göz ardı edilen bazı gerçeklerin Türkiye’de pek bilinmediğini görüyoruz.
Bugün Türkiye’de ve Azerbaycan’da sözü nedense hiç geçmeyen bir gerçeği gündeme getirmek istiyoruz. Adı da Kolektif Güvenlik Antlaşması Örgütü (KGAÖ). Örgütün başını Rusya çekiyor. Diğer üyeleri ise Belarus, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Ermenistan.
Bazı yorumcuların “Varşova Paktı II” diye adlandırdıkları bu örgüte Gürcistan, Ukrayna ve Azerbaycan üye değiller. Rusya’nın niyetlerinden duydukları endişeler bu ülkeleri NATO’nun etki alanına sevk etmiştir.
KGAÖ’nün temel ilkesini ise, kuruluş antlaşmasının 4’üncü maddesi ortaya koyuyor. NATO Şartı’nın 5’inci maddesinde olduğu gibi, bu madde, üyelerden birine karşı yapılan bir saldırıyı tüm üyelere
KKTC’nin yeni (eski) Başbakanı Derviş Eroğlu, büyük farkla kazandığı ve partisini tek başına iktidara taşıyan genel seçimlerin tadını ağız tadıyla çıkaramadan, Ankara’dan anında ve hiç tahmin etmediğini sandığımız bir uyarıyla karşı karşıya kaldı.
Başbakan Erdoğan’ın önceki gün partisinin grup konuşmasında, Eroğlu’ndan Kıbrıs müzakereleri konusunda “köstek” değil “destek” olmasını istemesi, seçilmiş bir lider için ağır ve zor hazmedilecek sözlerdir.
Daha diplomatik ifadeler kullanan Cumhurbaşkanı Gül’ün, Rum tarafıyla müzakereleri yürüten KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’ın Türkiye tarafından “güçlü bir şekilde desteklendiğini” söylemesi ise, Ankara’dan Eroğlu’na giden mesajı iyice yerine oturtmuş oldu.
Eroğlu’nun, Erdoğan’ın açıklamasıyla ilgili bir soruyu, “Bizler de Sayın Başbakan Erdoğan gibi düşünüyoruz” diye yanıtlaması ise “mesajın alındığını” gösterdi. Özetle, çözüm konusunda
Ermenistan ile uzlaşma arayışları nedeniyle Türkiye’ye kızan Azerbaycan, torbasında sınırlı diplomasi enstrümanları olduğu için Ankara’ya karşı “Rus ateşi” ile oynamaya başladı. Bakü’den arayan Türk arkadaşlar, bu durumun, Azerbaycan’da her zaman var olduğunu söyledikleri “Rus lobisi”ni memnun ettiğini bildiriyorlar.
Yönetimde de uzantıları olduğu söylenen bu lobinin, Ankara ile Ermenistan arasındaki uzlaşma arayışlarını başından beri, Rusya’ya tekrar yakınlaşmak için bir fırsat olarak kolladıklarını savunanlar da var.
Azerbaycan’daki durumu ayrıntılı bir şekilde bilmediğimiz için bu söylenenlerdeki doğruluk payını kestiremiyoruz. Ancak ateş olmayan bir yerden dumanın çıkmayacağı da kesin
Öte yandan, geçen yaz Gürcistan’ı işgal edip bölen ve Güney Kafkaslar’daki Batı etkisini azaltmak isteyen Moskova’nın, Ankara ile Bakü arasında girmiş olan bu soğukluktan memnun olduğunu tahmin etmek güç değil. Azerbaycan Devlet Başkanı İlham Aliyev’in geçen hafta Moskova’da Rus
Kıbrıslı Türkler yarın sandığa gidiyorlar. İbre ise eski Başbakan Derviş Eroğlu’nun liderliğindeki Ulusal Birlik Partisi’nden yana. Bu gelişme Kıbrıs’ta çözüm isteyenler için “kötü haber” gibi görünüyor. Zira Eroğlu, “Çözümsüzlük çözümdür” anlayışının baş mimarlarından sayılıyor.
UBP’nin seçilmesi, Cumhurbaşkanı Talat ile Rum lideri Hristofyas başkanlığında yürütülen müzakere sürecini engelleyebilir mi? Engelleyemese, en azından mecrasından çıkarabilir mi? Şimdi merak edilen budur.
Bizce şu aşamada ikisini de yapamaz. Çünkü Talat, Cumhurbaşkanı olarak, Kıbrıs görüşmelerinin müzakerecisidir. KKTC’de başbakanlar ise müzakereler açısından “ikincil” konumdadırlar.
Ankara’yı hesaba katacak
Kaldı ki Eroğlu, varsayıldığı gibi başbakan olmasından sonra, müzakere sürecini destekleyen Ankara’nın telkinlerini de hesaba katmak zorunda kalacaktır.
Ancak, Kıbrıslı Türklerin müzakere sürecinden ve
Org. İlker Başbuğ’un Harp Akademileri’ndeki konuşmasını dinlemek üzere davet edildiğimize göre, söylenenleri değerlendirmek ve yorumlamak gerektiğini düşünüyoruz. Zira bu konuşmayı ne bir “dikta” ne de ele alınan konularda “son noktayı koyan” bir konuşma olarak algıladık.
Aksine, Org. Başbuğ’un sözlerinin, içeriği temel kavramlar üzerine olan bir tartışmanın açılması için önemli bir vesile yarattığını düşünüyoruz. Burada, sunumu iki saat süren bir konuşmanın ayrıntılarına girecek yerimizi tabii ki yok. Bu nedenle iki konu hakkındaki kanaatlerimizi ortaya koyacağız.
“Akademik” olması nedeniyle de, felsefe ve siyaset bilimi okumuş biri olarak, konuşmaya akademik açıdan yaklaşacağız. Her şeyden önce, konuşmada ilham alınıp referanslarda bulunulan düşünürlerle araştırmacıların büyük bölümünün yabancı olması ilgimizi çekti.
Bunda hiçbir sakınca görmediğimiz gibi, bunu Org. Başbuğ’un entelektüel ufkunu geniş tutmaya çalışmasının bir sonucu olarak