İran’ın ruhani ve fiili lideri Ayetullah Ali Hameney’in, ABD Başkanı Barack Obama’nın nevruz mesajı yoluyla Tahran’a uzattığı dostluk elini anında reddedip geri çevirmesi, mollaların son gelişmelerden duydukları derin kaygıyı açıkça ortaya koyuyor.
Bu durum aynı zamanda, mollaların tercihi olan radikal köktendinci Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad’ın, Washington ile ilişkilerinde Türkiye’nin arabuluculuğuna ihtiyaç duymadıklarını dünya kamuoyu önünde açıklama ihtiyacını duymasının nedenini de açıklıyor.
Bugüne kadar büyük ölçüde ABD ve Avrupa ile düşmanlığının siyasi rantı sayesinde ayakta durmayı başaran molla taifesinin en büyük kâbusu, Batı ile ilişkilerin normalleşme sürecine girmesiyle, ülke içindeki liberal kanadın güçlenecek olmasıdır.
Mollaları rahatsız eden gelişme
Haziran ayında yapılacak olan -ve İran’ı yakından takip eden gözlemcilerin bildirdiklerine göre Ahmedinecad’ı zorlayacak olan- cumhurbaşkanlığı seçimleri de göz önünde
AKP iktidarının kafa karıştıran “Hamas hamiliğinden” Türkiye’nin geleneksel dış politika rotasına dönmesi olumlu sonuçlar vermeye başladı. Başbakan Erdoğan’ın dış politika başdanışmanı Ahmet Davutoğlu’nun Washington temasları bunu açıkça ortaya koyuyor.
Bu ziyaretin “Davos çıkışı”nın yaratığı bulanıklığı gidererek, Türk-ABD ilişkilerinde açılmakta olan yeni sayfaya önemli katkılarda bulunacağını Amerikan basınında çıkan yorumlardan görüyoruz.
Bu nedenle Sayın Davutoğlu’nun ziyareti, özellikle zamanlaması açısından çok iyi olmuştur. Taraflar böylece hem Başkan Obama’nın Türkiye ziyaretinin ön hazırlıklarını yapma, hem de önemli konularda karşılıklı güven tazeleme fırsatını bulmuşlardır.
Davutoğlu - Jones görüşmesi
Washington’daki yorumcular, Davutoğlu’nun Obama’nın Ulusal Güvenlik Danışması Jim Jones ile yaptığı ve planlanandan uzun sürdüğü belirtilen görüşme üzerinde özellikle duruyorlar. Davutoğlu da zaten, bu görüşmeden
Gerçi ekonomist değiliz, fakat bugün ekonomi konusuna girmek istiyoruz, zira küresel finansal krizi biz de kaygıyla izliyoruz. Sonuçta bu krizin Türkiye’yi “teğet geçmediği” apaçık ortada. Onun için ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz.
Bu çerçevede aklımıza gelen bazı soruları önceki gün Ankara’yı ziyaret eden konunun uzmanlarından birine sorma fırsatını bulduk. Ian Luder, oldukça “şatafatlı” olan “Lord Mayor of the City of London” unvanına sahip.
“Mayor” kelimesine bakarak, bizim gibi başta Luder’in Londra Belediye Başkanı olduğunu sanıp, dedesi Ali Kemal olan Londra’nın ünlü Belediye Başkanı Boris Johnson’a ne oldu diye soranlar çıkabilir.
Uzun yıllar Arthur Anderson’da çalışan Luder, “City” diye bilinen, Londra borsasının bulunduğu bölgeden sorumluymuş. Burası da New York’taki “Wall Street” ile birlikte, dünyanın en önemli finansal bölgesi olduğuna göre, Luder’in söylediklerine kulak asmakta yarar var diye düşündük. Aslen ekonomist olan Luder’e önce Türkiye’ye geliş amacını sorduk.
‘Dünya değişti, biz göremedik’
Nisan ayının hızla yaklaşmasıyla Ermeni soykırımı konusu da baharın habercisi yağmurlar gibi, kendisini tekrar hissettirmeye başladı. Washington kaynaklı değerlendirmelere bakılacak olursa, Obama yönetimi de bu açıdan ciddi bir şekilde arada kalmış durumda.
Bir yanda Türkiye’nin ABD için artan önemi dururken, diğer yanda, “doğruların sözcüsü” olarak Amerika’daki Ermeni lobisine verdiği “soykırımı adıyla tanıma” sözü duruyor. Başkan Obama’nın bu açmazdan nasıl çıkacağını bilemediğine dair yorumlar ise artıyor.
Öte yandan, Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın son açıklamaları, Ankara’nın da bu konuda çok rahat olmadığını gösteriyor. Öyle anlaşılıyor ki Dışişleri Bakanlığımız, “Obama geliyor, artık bu konu kapanmıştır” yaklaşımını benimsemeye henüz hazır değil.
Bunun aşırı ihtiyattan kaynaklanan bir durum mu, yoksa kamuoyuna yansımamış “derin bilgilere” mi dayandığı ise bu aşamada belli değil. Bu tabii ki bir “taktik” de olabilir.
Babacan’ın yaklaşımını, “İlişkilerimiz dondurucudan çıkarken, üstelik Ermenistan ile yıllardır atılmasını istediğiniz adımların atılması aşamasına gelinmişken ortamı sakın bozmayın” şeklinde bir son uyarı olarak görmek de mümkün.
Lobi, Erivan’ı
Diplomasinin nüanslarını kavramadan bize tepki gösteren popülizmin doğal muhataplarına diyeceğimiz bir şey yok. Fakat bu nüansları bilmesi gerekenlerin “Hani Davos’tan sonra perişan olmuştuk? Bak, Obama geliyor!” sözleriyle sergiledikleri sığ “rövanşizmi” anlamak mümkün değil.
Neyse ki dış politika yazarlarımızdan Kadri Gürsel, perşembe günkü yazısında bu tavra güzel bir yanıt verdi. Biz de aynı fikirdeyiz. Başkan Obama’nın Türkiye ziyareti, Davos’a rağmen” veya “Davos nedeniyle” değil, Davos’tan sonra Ankara tarafından yapılan “düzeltmeler” sayesinde gerçekleşecek.
Burada tabii ki, Başbakan Erdoğan’ın Davos çıkışının hemen ardından “Tepkim moderatöreydi” açıklamasıyla başlayan ve Türk ve İsrail dışişleri bakanlarının, geçen hafta Brüksel’de, “stratejik ilişkilerini” yeniden teyit etmeleriyle sonuçlanan geri adım atma sürecinden söz ediyoruz.
Türkiye’nin potansiyeli
Yoksa hiçbir ABD başkanı, Washington’un “terörist” olarak tanımladığı Hamas’ın ana hamiliğine soyunarak İsrail ile köprüleri yakan bir Türkiye’ye kolay kolay ziyarette bulunamazdı. ABD ile İsrail arasında var olan “simbiyotik” ilişki buna el vermezdi.
Buradan Taha Akyol’un, pazartesi günü, Başbakan Erdoğan’ın
Batılı çevrelerde AKP iktidarı konusunda ciddi bir “uyanışa” tanık oluyoruz. Ankara’daki Avrupalı ve Amerikalı diplomatlarla yaptığımız konuşmalar bunu açıkça ortaya koyuyor. Batı basınında son günlerde çıkan haber ve yorumlar da bunu ayrıca kanıtlıyor.
Gözlerin iyice açılmasına TÜBİTAK’ta yaşanan Darwin işgüzarlığı kadar hiçbir şeyin yaramadığını da rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu çerçevede Başbakan Erdoğan’ı ve hükümetini kızdıracak gelişmelerin yaşanacağını da görüyoruz.
Zira bize söylenenlere bakılacak olursa, bu konuyu Avrupa Parlamentosu’na taşımaya hazırlananlar var. Bu arada bir Avrupa ülkesi büyükelçisinin, “İktidarı ele geçirdiler. Gücü de ele geçirecek olsalar, demek Türkiye bu yönde ilerleyecek” demesi çarpıcıydı.
Dikkat çeken bir diğer husus ise Ankara’daki kıdemli AB diplomatları arasında AB Komisyonu’na karşı artan tepki. Komisyon’un Ergenekon davasıyla ilgili gariplikler ve basına dönük baskılar karşısındaki sessizliğini anlamakta güçlük çeken bir diplomat bu konuda şunları söyledi: “Dönem başkanının 26 ülkeyi aynı noktada toplayıp AB Konseyi adına bir ortak açıklama yapması güç olabilir. Sonunda her ülke kendi çıkarını düşünüyor. Fakat Türkiye’yi yakından takip
ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un ziyareti, Bush yönetiminin AKP iktidarına bakıp Türkiye’nin siyasi kimliği hakkında ortaya koymaya çalıştığı tanımdan hoşnutsuzluk duyanlar için rahatlatıcı oldu.
Hillary Clinton’un, Bush yönetiminin “ılımlı İslam” söyleminden ayrılarak, Türkiye’den birkaç kez “anayasası laik olan bir ülke” olarak söz etmesini, Washington’daki yeni yönetim tarafından yapılan önemli bir “siyasi ayar” olarak kabul etmek gerekiyor.
Hareketleri ve açıklamalarıyla sempati toplayan, bu nedenle ülkemizdeki yaygın Amerikan aleyhtarlığının giderilmesine katkıda bulunacağı kesin olan Clinton’un, demokrasi, insan hakları, basın özgürlüğü ve Türkiye’nin AB perspektifine yaptığı vurgular da dikkat çekiciydi.
Başbakan Erdoğan’ın ABD’nin insan hakları raporundaki “basın özgürlüğü” bölümü hakkında şikâyet ettiğini esprili ve yumuşak bir yaklaşımla doğrulayan Clinton’un buna verdiği yanıt sorulduğunda söyledikleri de ilginçti.
Alçak gönüllü tavır
Alçak gönüllü bir tavırla kendi deneyimlerine de atıfta bulunarak, “Hoşlarına gitmese de siyasetçiler özgür basına katlanmak zorundalar” anlamına gelen sözler sarf etmesinin Erdoğan’ı ne kadar tatmin ettiğini bilmiyoruz
Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM) Sudan Devlet Başkanı Ömer el Beşir için “insanlığa karşı suç işlediği” gerekçesiyle çıkardığı tutuklama kararından sonra, Sudan’ın Ankara Büyükelçisi İbrahim Mattar bir basın toplantısı düzenleyerek, Başbakan Erdoğan’a övgüler düzmüş.
Basından öğrendiğimiz kadarıyla Büyükelçi, “Eminiz Türkiye, haklarımızı BM Güvenlik Konseyi’nde savunacak” demiş. Ardından da, “Türkiye’ye güveniyoruz. Hep yanımızda olacağına da inanıyoruz” diye eklemiş.
Başbakan’ın dış politika danışmanı Ahmet Davutoğlu’nun köşe yazarlarına verdiği özel brifinglerde söylediklerine ve Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın UCM’nin kararından sonra yaptığı açıklamalara bakılacak olursa, Mattar’ın bu beklentisinde haksız olduğu söylenemez.
Dışta mücahit dayanışması
Zira Gazze’de gönlü İsrail’in acımasızca öldürdüğü kadın ve çocuklarda yana olan AKP iktidarının, Sudan söz konusu olduğunda gönlünün rejim tarafından acımasızca öldürülen Afrikalı Müslüman kadın ve çocuklardan yana olmadığı anlaşılıyor.
Özetle, iktidarın dış politikadaki “mücahit dayanışması” güdüsü tekrar ortaya çıkıyor. Dikkatler şimdi, Türkiye’nin -“geçici üye” olarak- BM Güvenlik Konseyi’nde bu konuda kullanacağı