Sermaye Piyasası Kurulu Başkanı Prof. Dr. Vedat Akgiray’a, hem uzun süre hocalığını yaptığı Boğaziçi Üniversitesi’nden hem de bu çerçevede değerlendirdiği İTÜ ve İstanbul Üniversitesi’nden tepki yağıyor. Savunanlar yok mu, elbette var. Ama çok az.
Hakkâri Üniversitesi ile Boğaziçi ve diğer köklü üniversiteleri aynı yasayla yönetmenin ne kadar zor olduğu kesin. Belki de bu üniversitelerimiz, tümüyle olmasa da ağırlıklı olarak yüksek lisans ve doktoraya yönelmeli, dünyanın ciddi üniversiteleri gibi ekonomik özerklik olmadan, akademik özerklik olmaz noktasına gelmeliler. Akgiray’ın belki de anlatmaya çalıştığı açılım buydu. Ama her üç üniversiteden de sözlerine açıklama getirilmesi istenmesine rağmen, cevap bile vermedi. Bu yüzden de zehir zemberek tepkiler almaya devam ediyor.
İTÜ’den sonra İstanbul Üniversitesi rektörlüğü de Akgiray’ın sözlerine duyduğu kırgınlığı ve kızgınlığı, sert bir üslupla dile getirdi. İşte o açıklama:
‘Akademisyene yakışmadı’
“SPK Başkanı Prof. Dr. Vedat Akgiray’ın 18 Nisan 2010 tarihinde Boğaziçili Dergisi’ne verdiği röportajda yer alan ‘Boğaziçi özelleştirilmezse İstanbul Üniversitesi ve İTÜ’ye döner. Bu üniversitelerin 60’larda dünya çapında olan
Durduk yerde sorun yaratmakta üzerimize yok. Sadece siyasette böyle değil, hemen her alanda sorun odaklı düşünüyoruz.
Alın size nur topu gibi bir tartışma konusu daha!
Tartışma şimdilik en tepelerde yapılıyor. Yakında tabana da yayılırsa şaşırmamak gerekir...
SPK Başkanı Vedat Akgiray’ın, mezun olduğu Boğaziçi ile diğer üniversiteleri kıyaslarken söylediği sözler, kırıcı olmanın da ötesinde, kışkırtıcı.
Boğaziçi’nin Türkiye’nin en önemli üniversitelerinden biri olduğu kesin. Son yıllarda her ne kadar kan kaybetse de aksini söylemek büyük haksızlık olur.
Ama aynı duyarlılığın diğer üniversitelerimiz için de gösterilmesi gerekmez mi?
Bir kurumu onore etmek için illa da diğerlerini “sıradanlaştırmak” zorunda mıyız?
Siyasetin gündemi ile halkın gündemi bir mi? Bu haftaki Genç Bakış’ta bu soruya cevap aradık. Maltepe Üniversitesi’ndeki programa Abdüllatif Şener, Süheyl Batum ve Deniz Ülke Arıboğan katıldı. İç politikadan dış politikaya, anayasa değişikliğinden işsizliğe kadar Türkiye’nin sorunları ve Ankara’nın gündemi çok geniş bir yelpazede ele alındı. İşte programdan bazı satır başları:
Abdüllatif Şener
- Türkiye’yi geziyorum, vatandaşlarla konuşurken Ankara’da tartışılan konular hiç gündeme gelmiyor. En fazla konuşulan konu geçim sıkıntısı ve işsizlik.
- Reform yapacaksanız önce anayasa değişikliği ile vatandaşın gerçek gündemini bir araya getireceksiniz. Mesela 65. maddenin son fıkrasını kaldırın. Çünkü orada devletin vatandaşa konut, sağlık, eğitim gibi haklarını sağlama yükümlülüğü varken, eğer imkân yoksa, bütçe müsait değilse bunların hiçbirisini yapmayabilir diyor.
- Rakamları gerçekçi olarak değerlendirdiğinizde Türkiye dünyada işsizliği en yüksek olan ülkedir.
- Başbakan 3 senedir ne yaptıysa söylesin. İyi yaptıkları bir şey varsa bana söylesinler, meydanlardan “Bakın, hükümet bunu iyi yaptı” diye haykıracağım.
- Rantçı ve yabancı işbirliğine dayalı bir ekonomik
40 bin yeni öğretmen alınacağı, günlerdir müjdeli haber olarak veriliyor. Dışarıdan bakıldığında sevindirici bir durum. Yüz binlerce işsiz öğretmenden hiç olmazsa 40 bini iş sahibi olacak diye avunuluyor. Ama gerçekte durum, hiç de dışarıdan görüldüğü gibi değil. 40 bin kadronun çok önemli bir bölümüne, halen sözleşmeli olarak çalışan öğretmenler geçecek. Yani 40 bin yeni alım söz konusu değil. Örneğin haziranda alınacak 10 bin kadronun en az 7-8 bininin sözleşmeli olacağı tahmin ediliyor. Peki, boşalan sözleşmeli kadrolara yeni alım yapılacak mı? Bugüne kadar yapılıyordu. Ama Bakan Çubukçu artık sözleşmeli öğretmen alımı olmayacak yönünde açıklamalar yaptı.
Hani yasa çıkacaktı?
Milli Eğitim Bakanlığı’nın elinde şu anda 70 bin sözleşmeli öğretmen kadrosu var. Yaklaşık 68 binini halen kullanıyor. Bakan Çubukçu’nun sözünü ettiği, sözleşmeli alımına son verilebilmesi için önce bu sözleşmeli kadrosundaki öğretmenlerin kadroya geçmeleri gerekiyor. Bu konuda da defalarca açıklama yaptı. Yasa hazırlandı, hazırlanıyor, bugün, yarın Meclis’e geliyor diye onlarca açıklama yapıldı. Ama bir türlü arkası gelmedi. Yasa tasarısının en son Bakanlar Kurulu’nda olduğu dile getirildi. Sıkışık
Anayasa değişiyor, vatandaşın bilgisi yok; referandumdan söz ediliyor, niye olduğu konusunda herkes bihaber. Başkanlık sistemine geçilsin senaryoları yazılıyor, niye olduğunu bilene aşk olsun.
Okullarda eskiden Yurttaşlık dersi vardı. Temel hak ve hürriyetlerimiz öğretilirdi. Adı, sonra Vatandaşlık Bilgisi oldu. Kimin ders yükü az ise o vermeye başladı. Ama gelin görün ki, ilköğretimden üniversiteye hangi öğretim kurumuna giderseniz gidin, üç temel vatandaşlık hakkını ya da Anayasa’dan üç madde sorun, bileni zor bulursunuz.
Oysa eğitimin birinci önceliği, anayasal vatandaşlık haklarımızı, sonuna kadar öğretmek olmalıdır. İnsan hakları, ceza yasaları, demokratik hak ve hürriyetler, günümüzde vatandaş olmanın olmazsa olmazlarıdır.
Peki, biz tüm bunların neresindeyiz?
Her hafta farklı bir üniversitedeyiz. Gitmişken de nabız tutuyoruz. Örneğin, son haftalarda her defasında değiştirilmesi düşünülen anayasa maddelerini “Okudunuz mu?” diye soruyoruz. O kadar az el kalkıyor ki şaşıp kalıyorsunuz.
Sanıyorum bu seçimde ve referandumda 18 yaşındakiler de oy kullanacak. Yani lise son sınıflar da geleceğimize yön verecek. Ne kadarı sandığa gider bilmem ama gündemin çok uzağındalar. Hele
Dün, Köy Enstitüleri’nin doğum günüydü. Bu ruhu yaşayan, yaşatan herkesin doğum gününü bir kez daha kutluyoruz. Dünkü yazımdan sonra çok çarpıcı mail’ler geldi. İşte onlardan biri. Her şeyi öylesine güzel anlatıyor ki, fazla söze hacet yok:
“Köy Enstitülü anne babanın kızıyım. 3 kız kardeşiz.
Çocukluğumdan hatırladığım; kalabalık ortamlarda annemin herhangi bir konuyu yüksek sesle anlattığı, attığı kahkahaların sesi ve benim duyduğum gurur...
Etrafımdaki ailelerden farklı idik.
Sanki onların danıştıkları, bir şeyler öğrendikleri, sorunlarını paylaştıkları, dertlerine çözüm bulabilecekleri bir yuvaydı evimiz.
Köye gidip şalvar giymek, yemeni bağlamak, tütün dizmek en büyük zevkimizdi.
Köy evlerini koklayarak gezerim hâlâ.
Yarın, Köy Enstitüleri’nin kuruluş yıldönümü. Her geçen yıl daha bir coşkuyla kutlanıyor. Yarın ve sonrasında da Türkiye’nin dört bir yerinde bu kutlamalara şahit olacağız...
Peki, Köy Enstitüleri’ni böylesine önemli kılan ne ki, hâlâ konuşuluyor, hâlâ özlem duyuluyor? Her ne kadar, bilmeden, tanımadan kızanlar olsa da...
Köy Enstitüleri sadece Türk eğitim tarihine değil, dünya eğitim literatürüne de altın harflerle kazınmış bir eğitim mucizesi.
Bu projeyi öyle ya da böyle siyasallaştıranlar varsa o onların sorunu.
Ama tıpkı dün olduğu gibi bugün de hâlâ Türkiye adına pek çok güzelliği siyasi ihtirasların kurbanı yapıyoruz.
Köy Enstitüleri’nin kapanmasında Demokrat Parti ne kadar sorumlu ise CHP de o kadar sorumludur. Çünkü kapatılma noktasına elbirliğiyle getirmişlerdir.
Zaten geri dönüp dönüp tartışmaları yeniden alevlendirmenin de bir anlamı yok. Dün dünde kalmıştır. Önemli olan gelecek.
Genç Bakış, önceki gün Samsun 19 Mayıs Üniversitesi’ndeydi Ekonomi Profesörü Osman Altuğ ve Vatan yazarı Can Ataklı’yı, gecenin geç saatlerine kadar öğrenciler kadar, ekran başındakiler de yoğun bir şekilde izledi. Mehmet Ali Birand ve CHP Yalova Milletvekili Muharrem İnce’nin de telefonla katıldığı programda Türkiye’nin güncel sorunları tartışıldı.
En çarpıcı anekdot, öğrencilerin bile referanduma sunulması düşünülen anayasa paketindeki maddeleri neredeyse hiç okumadıklarıydı.
İşte programdan satır başları:
Prof. Dr. Osman Altuğ
- Dünyanın hiçbir ülkesinde insanlara işsizlik sertifikası vermek için yarışma sınavları yapılmaz. Türkiye’de yapılıyor, üniversite mezunlarının yüzde 56’sı işsiz.
- Bugün eğitime harcanacak fonlar, faize gidiyor.