Üç adamın “değişim” macerasını merakla izliyorum. Aykut Kocaman, Bernd Schuster, Şenol Güneş.
Üçü de büyük kulüplerin teknik direktörlüğünü yapıyor.
Üçü de şampiyonluk hedefini kovalıyor.
Ama farklı adamlar bunlar...
İşbaşı yaptıklarında şampiyonluk için yola çıktılar elbette...
Ama üçünün de ellerinde yollarını aydınlatacak “değişim”in feneri vardı.
O nedenle yaptıkları işin kolay olmayacağını, her şampiyonluk mücadelesinin bilinen zorlukları yanında geleneksel yerleşik anlayışla da çatışacaklarını biliyordum.
Yenilmek, 3 puanı kaybetmek sportif bir sonuçtur, olabilir. Ama dünkü yenilginin sportif açıklaması yok.
Çözülmüş, dağılmış ezilmiş bir takımdan söz ediyoruz. Kimliğini kaybetmiş bir takımdan.
Türk Milli Takımı’ndan.
Bu oyuncular bizim, hepsini tanıyoruz ve seviyoruz.
Ama bu takım bizim takımımız mı ? Bilemiyoruz...
Volkan’dan Gökhan’a, Emre’den Nuri’ye, Halil’den Tuncay’a, Özer’den Hamit’e hepsi de kendi normallerinin altında oynadılar.
Maç zaman zaman kedi fare oyununa döndü. Arada bir iki cılız hamle, sonu gelmedi.
Hiddink’in, Arda üzerine kurulu bir oyunu planı varsa, artık geçerli değil. Hollandalı hocanın B planında neler var, göreceğiz. Aynı biçimde Joachim Löw de Schweinsteiger’in yokluğunda farklı bir planla oynayacak. İki oyuncunun da kendi takımları için taşıdıkları değeri biliyoruz. Bizce Löw, Hiddink’e göre alternatif üretme bakımından daha şanslı. Hiddink ise Arda’nın yokluğunda fazla seçeneğe sahip değil.
Alman Milli Takımı’nın omurgasını oluşturan Bayern Münih’de gözle görülür bir formsuzluk var. Bizde ise çoğu futbolcumuz formsuz. Sakatlıklar belimizi büküyor. Takımında oynamayıp milli takımda sürekli oynayan Tuncay gibi bir oyuncumuz da var.
Yine de maçı umutla beklememizi sağlayan oyunculara sahibiz. Gökhan Gönül, Emre Belözoğlu, Nuri Şahin ve Hamit Altıntop gibi...
Bence maçın en büyük dinamiği Milli Takım’ın taşıdığı ortak heyecan ve yarattığı sinerji olacak... Kulüplerinde farklı sorunlar yaşayan tüm futbolcular, bu takımda buluşunca inanılmaz bir enerjiyle oynuyorlar.
Bu enerjiye güvenebiliriz.
Berlin Olimpiyat Stadı’nın spor tarihimizde çok özel bir yeri var.
Orada hem taçlandık, hem de taşlandık.
Hitler’in Alman ırkının gücünü kanıtlamak üzere büyük propaganda aracı olarak gördüğü 1936 Berlin Olimpiyat Oyunları, bize cumhuriyetimizin ilk altın madalyasını kazandırdı...
Yaşar Erkan’ın adı o stadın duvarında atletizmin unutulmaz efsanesi Jesse Owens’la birlikte duruyor şimdi... Ölümsüz şampiyonlardan biri olarak.
17 Haziran 1951’de Türk Milli Takımı’nın 2-1 kazandığı maç, bir dostluk maçıydı aslında.
II.Dünya Savaşı’nın acılarını unutup kırılmış gururunu yeniden kazanmaya çalışan Almanlar, Recep Adanır ve Gündüz Kılıç’ın golleriyle yenik duruma düştüler... Maçı çevirmek için inanılmaz bir baskı kurdular ama, olmadı.
Maç bittiğinde Alman seyirciler, çıkış tüneline koşan futbolcularımıza taş yağdırdı. Taşlardan en çok nasibini alanın antrenör Rebii Erkal olduğunu anlatırdı o günkü Federasyon Başkanımız Ulvi Yenal... Kendisini Alman federasyon başkanı korumuş.
Viyana'da kazandığını Trabzon’da harcadı. Beşiktaş’ın zengin ve bol alternatifli, derinlikli kadrosu Karadeniz’de durdu. Trabzonspor’un inat ve ısrarla oynadığı baskılı oyuna Beşiktaş direnemedi.
Maça Aurelio ile başlayan Schuster, UEFA Avrupa Ligi’nin yorgunluğuna karşı daha savunmacı bir kimlik gerekeceğini düşünmüştü. Bu düşüncesinde haklıydı ama Aurelio tercihinde hayalkırıklığına uğradı.
Schuster’in dünkü 11 tercihi rotasyonla açıklanamaz. Quaresma sakat... Ama Bobo, Necip, sağlam... Ernst yorgun, Guti halsiz, anladık... Tüm bunlara karşı önlemini baştan alabilirdi.
Dünkü maça adına yaraşır çözümleri bulmadı...
Quaresma yok, İbrahim Üzülmez kulübede... Sol kanatta İsmail ve Holosko birbirlerinden kopuk, etkisiz ve dağınık oyun anlayışlarıyla Beşiktaş’ın en zayıf bölgesini oluşturdular. İlk yarıda Yattara, maç boyunca Serkan, oradan yüklendi durdu...
Trabzonspor oyuna hızlı başladı... İlk yarının son bölümünde Beşiktaş’la oyuna ortak oldular. Ama sonrasında yine fark yaratmaya başladılar...
Beşiktaş’ta önce mental, sonra da fiziksel yorgunluklar kendini gösterdi. Ernst’in Burak’a yaptığı faul, ve o atıştan gelen topu genç Mustafa Yumlu’nun kafayla tamamlaması, golü
Beşiktaş’ın Schuster’le kazandığı yeni kimlik, baskı altına alan, ezen, yoran, bunaltan bir takım kimliği...
Bu oyunun aktörleri de hücumcular...
En başta Quaresma... Sonra Bobo.. Guti ve Ernst... Ardından Tabata ve kulübede bekleyenler...
Buraya kadar her şey güzel!.
Ne var ki Viyana’da ezber de bozuldu, kimlik de...
Özellikle ilk yarıda, sezon başından beri iç dış rakiple kendi yarı sahalarında en yoğun mücadele ettikleri bir maçı yaşadılar...
Unuttukları, alışık olmadıkları biçimde.
Süper Lig’imizin altıncı haftası üç yabancı golcünün üçlemeleri (hat trick) ile renklendi. Kalecilerin makus talihlerine yandıkları, golcülerin bir anlamda kariyer gösterisi yaptıkları coşkulu maçlara tanık olduk.
Kanadalı Joshua Simpson, Çek Milan Baros ve Senegalli Mamadou Niang, kale ağlarını üçer kez havalandırdılar.
Hücum oyuncularının, özellikle santrforların üçleme yapması, bir maçta peşpeşe üç gol atması o kadar kolay değildir. O nedenle tüm dünyada hat trick (üçleme) yapan oyuncu istatistikleri tutulur.
Geçen haftanın lig coşkusu ve gol gürültüleri arasında kaybolan gerçeği, bizim yerli golcülerin bu gösteride yer alamamasıydı.
Oysa önümüzde çok ciddi bir Almanya maçı var ve bu defa elimizde şöyle attığını tutturacak somut bir golcü yok.
Evet, Mehmet Topal, Valencia’da geçen hafta takımının deplasmanda 2-0 kazandığı maçın ilk golünü attı, Emre de, Ali Sami Yen’de çok şık bir vuruşla Kasımpaşa ağlarını havalandırdı ama, onların Milli Takım içindeki görevleri golcülük değil.
Federasyon kontrolü kaybetti
Basındaki meslektaşların yazdığına göre Rijkaard, transferin son gözdesi Misimoviç’e daha büyük sorumluluklar yüklemiş... Kendisinden beklentilerini sıralamış...
Biz de o haberlerin etkisiyle Misimoviç’i izledik özellikle...
Baros’un hat trick (üçleme) yaptığı maçta O’nun katkısı yoktu. Misimoviç oyun alanında, “gidici” gözüyle baktığımız, geçinmeye de pek gönlü olmayan Elano kulübede öylece duruyorlardı işte...
Ama Galatasaray durmadı.
Sağdan soldan kanatlardan öylesine iştah ve kararlılıkla saldırdı ki, daha ilk dakikada inanılmaz bir gol kaçıran Baros bile hayatının en kolay (ve de şık) gollerini attı.
Bu oyunda Galatasaray savunmasının “sağlam” oynadığını söyleyebiliriz. Belediye’nin golü fişek gibi bir duran toptan geldi.
Orta alanda savunmanın hemen önünde Ayhan ve Lorik Cana (sonradan Barış) da rizikosuz, sade ve güvenli oyunu tercih ettiler.