Toprağa gömdüğü savaş baltasını eline alıyor yeniden. Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım, Eskişehirspor maçı (1-2) biter bitmez Kulüpler Birliği Vakfı başkanlığından istifa edeceğini açıklıyor. Gerekçesi hazır ve belli : Fenerbahçe’nin haklarını kimseye yedirtmemek... Bu hakemlerle bu lig gitmez! Hodri meydan! Federasyona, federasyon kurullarına ve hakemlere karşı açıktan tavır alıyor.
Tüm Fenerbahçelileri dışarı karşı birleştiren ve kenetleyen stratejik bir karar bu.
Başkan Yıldırım, son kongreden bu yana attığı yanlış adımların faturasını, kulüp dışındaki kurumlara ve kişilere ödetmeye karar veriyor.
Yakın geçmişten bir savaşı anımsatıyor bu tutum bana. 26 Nisan 1982’de Arjantin’de askeri cuntanın lideri General Leopoldo Galtieri, Malvinas (Falkland) adalarını işgal ediyor. O sırada adalar, Britanya’nın kontrolü altında. Cuntanın halkın gözünde gün geçtikçe itibar kaybettiğini, iç sorunlarla başa çıkamadığını ve büyüyen nefreti önlemek üzere dışarıda bir düşman bulmak ve güç göstermek gerektiğini düşünüyor Galtieri.
O savaşın başında öfkeli Margareth Thatcher’in Birleşik Krallık Donanması’na ve RAF’a ( Kraliyet Hava Kuvvetleri ) verdiği emir, kısa ve kesindir : “Gidin ve
Beşiktaş’ın uzun soluklu zafer maratonu, İnönü’de hayalkırıklığı ile bitti. Yakın tarihin değişmez gerçeği bir kez daha kendini hatırlattı. Beşiktaş için en tehlikeli deplasman (!) İnönü.
Hayır, taraftarının olumsuz ve gergin tavrından ya da takım üzerinde yarattığı baskıdan dolayı değil. Ev sahibi olmanın avantajıyla rakibini boğarcasına baskı kuran siyah - beyazlılar, ofansif anlamda o kadar sorunlu ve öylesine çözümsüz ki zaman ilerledikçe konuk takımın güveni tazeleniyor. Direnişten çıkıp daha etkin ve yaratıcı oyuna yöneliyorlar. Dün ilk yarıda Diyarbakırspor kendi cezaalanında yedili sekizli kalabalık savunma tahkimatı yaparken, Beşiktaş’a topa vuracak alan ve zaman bırakmadı. Kalan fırsatları da harcayacak yeteri kadar adamı ve yanlışı vardı Beşiktaş’ın. Örnek mi? Ancak sekizinci kornerde bir kafa vuruşu yapabildiler. Mert Nobre, takımın santrforu olduğu halde, golü bir türlü hatırlayamadı. Bırakın golü, sadece tek şutla tamamlayabildi maçı.
Mustafa Denizli’nin onbiri, hangi zorunlulukların ya da tercihlerin sonunda çıktı İnönü’ye? Bunun yanıtını bilemiyoruz. Ama gördüğümüz gerçek şu: Hem Nihat, hem Yusuf, hem de Nobre, hayale yapılmış yatırımdır.
Yusuf’un rekor denemesi
John Kenneth Galbraith’tan okumuştum : “İsviçre demokrasisi, partilerin ya da liderlerin demokrasisi değildir. Sorunların ve çözümlerin oylandığı bir demokrasidir bu!” Sonra da belediye otobüsünde gözünün ısırdığı bir yolcunun, Bern’de büyükelçilik yaptığı dönemin cumhurbaşkanı olduğunu anlatır...
Sadece bize değil, batı toplumundaki insanlara da örnek gösterilen İsviçre demokrasisi, geçen hafta kötü bir sınav verdi.
Halkın çoğunluğu, İsviçre’de kurulacak camilere minare yapılmasına karşı çıktı.
Papalığı bile inanç özgürlüğü konusunda galeyana getiren bu karar, elbette dünyada İslam’a bakışın olumsuz yönde geliştiğine bir örnek olarak gösterilebilir.
Müslümanlar, kendi inançlarının kutsal sesini artık duyuramayacaklar İsviçre’de. Bu hoyrat, anlayışsız ve fesat düşünce akımının temeldeki ırkçılık ve yabancı karşıtlığı sorunlarıyla birlikte Avrupa’nın öteki ülkelerine de yayılabileceğini düşünüyorum. Kaygılanıyorum.
İslam ve futbol da bu yıl beklenmedik biçimde mesafeli ve uzak kaldılar birbirlerine...
Güney Afrika’da düzenlenecek 2010 Dünya Kupası’nda sadece Cezayir temsil edecek Müslüman dünyasını...
Serinin en sıkıntılı ve en zor maçını da aştılar. Beşiktaş, sezon başında her türlü yanlış ve her türlü gecikmeyle, her türlü aksilikle kötü başladığı macerayı, şimdi güleryüzle sürdürüyor.
Sivasspor galibiyeti, yol yorgunluğu, evden uzak kalmanın sıkıntısı ve deplasmanın zor koşullarına rağmen yine de rahat geldi.
İbrahim Kaş’ın savunma ve kademe yanlışlarını konuşurken, yavaş yavaş gizli bir hücum silahına döndüğünü gözledik. Sağ kanatta Nihat’ın verimsiz, etkisiz, katkısız oyunu, her topu ille de kendisine isteyen huysuz abi hallerini bu çocuk sinsi bir ustalıkla perdelemeye başladı. Beşiktaş savunmasını Sivok, Ferrari ve İbrahim Üzülmez’le üçlüye dönüştürüp sağ kanatta ileri çıkarak, hücuma katılarak, hücum organizasyonlarını kurarak sivrilmeye başladı İbrahim Kaş.
Bobo’ya attırdığı gol de o sinsi ustalığın eseriydi. Ortayı öyle güzel ve bilerek yaptı ki daha top Bobo’ya gelmeden bunun bir asist olduğunu görüyorduk.
Yol yorgunu Beşiktaş, zorunlu değişikliklerle Manchester’deki başarılı on birini de bozmak zorunda kalmış, ama ilkelerinden ve oyun anlayışından asla ödün vermeyeceğini göstermişti. Ferrari, Ernst, Fink, İbrahim Üzülmez, Ekrem tam anlamıyla uyum içinde
Şenol Güneş, 2002 Dünya Kupası’nda bize üçüncülük onurunu armağan ettiği halde kimselere yaranamadı. Burada bulamadığı ekmeği, gitti güneşin doğduğu yerde aradı. Şimdi sakin sabahlar ülkesi diye bilinen Kore’den gürültülü anavatanına, doğduğu toprakların kargaşasına dönüyor. Trabzonspor için elbette çok gecikmiş iyi bir formül. Ne var ki, Sportif Direktör Ünal Karaman ile uzlaşıp uzlaşmayacağı bir bilinmez denklem gibi. Korkum kısa vadade Trabzonspor’un Şenol Güneş ile de aradığı mutluluğu bulamayıp, o çok ünlü takıntısı “değiştir”e uymasıdır. Oysa Şenol Güneş uzun vadeli bir planlama ile Trabzon’u, “Şampiyon Trabzon’a” dönüştürebilir.
1993’te oradaydım... Hakan Şükür’ün kendi kalesine attığı golü, Kubilay’ı, Arif’i ve yine de Cantona çılgınlığını hiç unutamıyorum. Galatasaray, Türkiye’nin henüz tanışmadığı Şampiyonlar Ligi’nin kapı eşiğinde Manchester United’ı çelmelemiş, 3-3’lük beraberlikle Old Trafford’dan başı dik ayrılmıştı. Sonraki golsüz rövanşla da Avrupa’daki başarı macerası başladı.
1996’da Fenerbahçe ile oradaydım. Boliç’in, dünyanın bir numaralı file bekçisi Schmeichel’e attığı gol hem Fenerbahçe’nin hem de Manchester United’ın tarihinde unutulmayacak derin bir iz bıraktı. Manchester United, Avrupa kupalarında sahasındaki ilk yenilgisini bir Türk takımından alıyordu.
Günlerdir Mustafa Denizli’nin taa Wolfsburg maçından beri dile getirdiği Manchester United karşısında çok ilginç bir maç oynayacakları söylemine bizim medya pek kulak asmadı. Hocanın hayallerine saygı duymayanlar vardı. Ama Mustafa Denizli bu. Kafasında oynattığı sanal maçlarda belki 40 defa karşılaşıp, her defasında yendiği Manchester United’ı dün “içerikli” bir oyunla gerçekten devirdi. Şimdi gurur kolyemiz tamamdır.
Üç büyüklerin Old Trafford’daki zafer fotoğrafları asla silinmeyecek, kalplerden ve zihinlerden düşmeyecektir.
Manch
Yıllar önce Selanik’te sportif ve kültürel etkinliklere katıldık. Ekibin en değerli üyesi, kuşkusuz Erman Kunter’di.
O seminerlerden biri başlamadan önce üniversite öğrencileri Erman’ın çevresini kuşatmış, basketbol oynadığı yıllardan kesip sakladıkları fotoğraflarını imzalatmak için adeta birbirlerini eziyorlardı. İki genç imza törenine (!) ara verilmesini istediler ve Erman’a soruları olduğunu söylediler:
İlk soru İngilizce geldi :
“- Biz aramızda iddiaya girdik. Sen Türkiye’nin sayı rekortmenisin. Bu rekoru 153 sayı ile Beşiktaş forması altında kırdın, öyle değil mi ?”
Öteki Fransızca sordu soruyu :
“-Ben de diyorum ki Beşiktaş formasıyla değil. Fenerbahçe formasıyla. Attığın sayı da 175!”
Erman Kunter güldü. Önce İngilizce, sonra da Fransızca aynı yanıtı verdi:
İnönü Stadı’na “Kartal Yuvası” olarak itibarını iade eden takım, yönetime huzur, taraftara sevinç, rakiplerine de gözdağı verdi
Alıştığımız derbilerden biri değildi. Hır - gür, tekme - tokat ve kavga yoktu.
Özlediğimiz derbilerden biriydi bu...
Oyuncuları, hocaları, golleri ve ille de hakemiyle!
Beşiktaş - Fenerbahçe maçı, bir futbol maçında olması gerekenleri, bir derbide yaşanması beklenenleri gösterdi bize...
Olmaması gerekenler olmadı... Yaşanmaması istenenler yaşanmadı.