Hayır, artık buna ezeli rekabet diyemeyiz. Ebedi dostluklarından da söz etmemize olanak yok. İki taraf da yalan söylüyor. Ortada korkunç bir samimiyetsizlik, ikiyüzlülük, görgüsüzlük, doyumsuzluk, hoyratlık, nobranlık, düşmanlık, vurdumduymazlık ve eşi görülmemiş müthiş bir terbiyesizlik var.
Son on yılda olup bitenlere baktığımız zaman, rekabeti ille de ikisinin sidik yarışına indirgemek isteyenler, bundan erişilmez reytingler, endüstriyel pazarlama harikaları yaratmayı umanlar, bu çatışmaları dünya derbisi diye yutturmaya kalkışanlar, tüyler ürpertici bir “bölücülük”ten başka hiçbir şey sunamadılar bize.
Pazar günü Abdi İpekçi’de yaşananlar, geldiğimiz noktayı çok net bir şekilde gösterdi.
Bir kadın parmağı, tüm erkeklere en aşağılayıcı biçimde “Artık yeter!” dedi.
Ayşe Demet Karabulut, o dakikaya kadar kafasına, yüzüne- gözüne atılan çakmak, bozuk para, ayakkabı gibi maddelerden bunalmıştı. Oturduğu yerde önünden arkasından itip kakanlar, sözle ve elle taciz edenler, küfrün bini bi paraya demediğini bırakmayanlar, sonunda O’nun da tepesini attırdı.
O parmak boşuna kalkmadı.
Şimdi hep birlikte ne güzel kınıyoruz O’nu? Ne güzel öğütler veriyor, nasıl da yargılıyoruz,
Bu projenin adı böyle mi kondu? Bilmiyorum. Daum, günü ve sezonu kurtarmak üzere Fenerbahçe’ye “davet usulü ” ile gelmiş, işi “emaneten” almış bir futbol müteahhididir...
Ona “projeli bir inşaatın” ihalesini vermezsiniz.
Hayır, Daum’un Fenebahçe’deki misyonu “geleceği inşa etmek” değildir.
O üst üste üç şampiyonluk için emaneti devralmış bir hocadır.
Ama eğri oturup doğru konuşalım...
Misyonu olmadığı halde Christoph Daum, Colin Kazım Richards’dan ( ya da bizim Kazım Kazım’dan) bir tür Didier Drogba yaratmak için kafa patlatmakta, cesur deneyler yapmakta, hakçası gerçek misyonuna yan hizmetler de katarak adı konmasa da gerçek bir “dönüşüm” e imza atmaktadır.
Steaua Bükreş ve Galatasaray maçları, bu dönüşüm denemelerinin olumlu ve başarılı göstergeleridir.
Trabzonspor - Beşiktaş maçı, her şeyden önce iki teknik direktörün taktik savaşı olarak sergilendi. Skor tabelası ile teknik direktör savaşlarının galibi uyumlu...
Evet, Broos’a karşı Denizli kazandı...
Maça başlarken sergilediği beşli defans ağırlıklı oyunla dayandı, direndi, ayakta durdu.
Broos’un Gökhan - Umut santrfor ikizleriyle yaptığı baskıyı çoklu defans, alan daraltma ve hızlı oyunda vuracak zaman bırakmama düşüncesiyle çalışmaz hale getirdi.
Dahası, transfer gözdesi Tabata’yı ilk yarının sonunda değiştirip Yusuf’u oyuna alarak ilk darbenin de hazırlığını yaptı.
İlk yarı boyunca Trabzonspor’un baskısına karşı savunmada direnirken oyuna ortak olup hücumda da görünüyordu Beşiktaş... Ne var ki orada top tutamıyordu. Özellikle Tabata’dan beklediklerini bulamıyordu Mustafa Hoca. Tabata - Yusuf değişikliği ile topu ileride tutma avantajını yakaladı.
Elbette bu taktik savaşının oyuncularını da değerlendirmek gerekiyor.
Denizli’nin hayalleri var, vizyonu var, inancı var. Ama Beşiktaşlı futbolcular duymuyor, anlamıyor, durumu kavrayamıyor.
Bir de şansından söz ederiz Mustafa Denizli’nin...
Onun kadar şanssız ve talihsiz, kadersiz ve kısmetsiz adam var mıydı dün gece?
Sanırım yoktu.
Çünkü Beşiktaş takımı yoktu ortada.
Sakatlar, evde iyileşme sürecini geçirenler, eldekiler, sahadakiler ve kulübedekiler...
Acaip, birbiriyle uyuşmayan, birbirini tanımayan üç pası üst üste yapamayan bir acemiler mangasını yönetiyordu Hoca... Yönetmeye çalışıyor, yönetemiyor, anlatmaya çalışıyor, dinletemiyordu.
Mustafa Denizli, bir haftalık aradan sonra Sivok, Ferrari ve Ernst’e yeniden kavuşuyor. Fink’in de olumlu futboluyla “omurga” çalışıyor
Gökten yağmur değil, baraj yağıyor adeta... İstanbul için suyun felaket olduğu bir gün... Bu havaya rağmen İnönü’nün zemini futbola uygun. Taraftar, Demirören karşıtı ezber sloganları bırakmış. Yine de maçla fazla ilgili değiller... Hiç değilse şarkılarla takımlarını destekliyorlar. Kasırganın ortasında bir bahar havası yaşıyor Beşiktaş...
Mustafa Denizli, bir haftalık aradan sonra Sivok, Ferrari ve Ernst’e yeniden kavuşuyor. Fink’in de olumlu futboluyla “omurga” çalışıyor. Beşiktaş sağlam basıyor.
Ankaragücü karşısında Denizli’nin temel ilkesi hücum, hücum, hücum! Golü bir an önce bulmak istiyor. Ne var ki Tello, Nihat, Yusuf’tan oluşan hücum oyuncuları, ne Nobre’ye iyi bir servis sunabiliyorlar, ne de girdikleri gol pozisyonunu değerlendirebiliyorlar. İnat ve anlaşılmaz bir hırsla egoizmin sınırlarını zorlayan Nihat, zaten formsuz ve etkisiz... Kenarda beklese belki daha rahat bulacak kendini, olmuyor. Üst üste kazanılan kornerlerin yedincisinde Ankaragücü de takım halinde kendi yarı alanında toplanmışken, savunmadan dönen topu Ernst
Fenerbahçe Galatasaray derbisi, futbolumuzun en gergin, en heyecanlı, en yoğun, en kavgalı, en olaylı maçlar listesinin başındaki seçkin yerini koruyor.
Bu derbiyi dünya derbileri arasında üst sıralara yerleştirmek için yarışanlar var...
Medyadaki bir kısım dostlar... Spor pazarlaması ile uğraşıp endüstriyel futboldan biraz daha pay almak isteyenler... Şampiyonluk yarışını sadece iki kulüp arasındaki rekabetle sınırlayıp derbide yoğunlaşarak diğerlerini yok sayanlar vb...
Maalesef bu bir dünya derbisi değil...
Bütün yatırımlara, gayretlere rağmen, dış pazarda, futbol dünyasında kendisine yakışan yeri bulamıyor.
Televizyon yayınları örneğin...
Sadece Brezilya ve İspanya’da canlı yayın müşterisi var... Oradaki ölçümlemelerle ne kadar izleyiciye ulaştığını bilemiyoruz.
Darılmak, gücenmek yok... Artık derbilerden keyif almıyorum... Heyecanların gerginliklere dönüştüğü bu maçlar futboldan soğutuyor insanı... Daha maç başlamadan önce ısınma sırasında alevleniyor ortalık... İki takımın oyuncuları birbirine giriyor. O itiş kakış arasında hakemler de gerilimden nasiplerini (!) alıyorlar. Yardımcı Tarık Ongun’un kafası yarılıyor, tribünden atılan yabancı (!) madde ile. Bünyamin Gezer ve arkadaşlarının bu olay nedeniyle maçı 10 dakika kadar geciktirererek başlatmaları, tribünlere de içerdekilere de bir mesaj aslında. Ama mesajı alanlar, koro halinde yuhalayarak anladıklarını (!) ifade ediyorlar...
Futbola pek de yakışmayan, sporla bağdaşmayan görüntüler bunlar.
Saha içinde de Bünyamin Gezer’in üstün disiplin anlayışına rağmen antisportif davranışlar görüyoruz. Colin Kazım mesela... Sür’ati, çabukluğu, takımı adına katkıda bulunma ve yıpratıcı oyun performansına eyvallah da... O itip kakmalar, kasıtlı fauller, hakemi aldatacak düşmeler kalkmalar neyin nesi ? Anlaşılmıyor.
Bir de Keita’nın doğrudan kırmızı kartı var... Roberto Carlos’a yumruk attığı için Gezer’in kararı doğru...
Ama şunu da sormalı: Hocam, yumruğu yiyene kadar Carlos’un Keita’ya
Mustafa Denizli’nin başarılarında şans faktörünün yeri ve önemi hep tartışılır. Dünün tartışılamayacak gerçeği, Ekrem’in topla buluşması, Eskişehir defansını ilk kez tek adamla yakalayıp geçmesi, kaleciye çalım atması ve golü bulmasındaki şanstır!
Peki bu şans kimin şansı?
Ekrem’in mi, yoksa her başarısının şansa bağlanmasından rahatsız olan Denizli’nin mi?
Hadi ben ortalama bir şey söyleyeyim: O pozisyon da, gol de Beşiktaş’ın şansıydı.
Mustafa hoca darılmasın, bu şanstan kendine de bir pay ayırsın.
Peki sadece şans mıydı belirleyici olan? Kesinlikle hayır!
Herşeyden önce iki takım da maçı kazanmak için olağanüstü çaba gösterdi. Ellerinden (ayaklarından) gelenin en iyisini yapmaya çalıştı oyuncular. Öncelikle emeklerine saygı göstermeli.