Tam 107 milyon Sterlin... Söylerken dile kolay, say say bitecek gibi değil. Fabrika maliyeti ya da şirket sermayesi olsa önemli değil. Ama bu para tek bir insana biçilen fiyat! Körfez sermayesinin en aktif aktörlerinden Süleyman El Fehim’in, Manchester City’yi satın almasından sonra Brezilyalı Ricardo İzecson dos Santos Leite’ye, hadi hepimizin bildiği adıyla Kaka’ya sahip olabilmek için Milan’a önerdiği rakam bu!
150 milyon Euro yani... Türkçesi, 300 milyon TL oluyor...
Bu para, Galatasaray’ın, Fenerbahçe’nin borçlarını sıfırlamaya yeter. Beşiktaş’ı kâra geçirir.
Milan’ın Başbakan Başkanı Sinyor Berlusconi, elbette ürperiyor böylesine cazip bir öneri karşısında. Tek futbolcuya bu para verilir mi ? Cristiano Ronaldo’ya 150 milyon Sterlin önerildiğine göre, Kaka’nınki de doğal gelebilir.
Endüstriyel futbolda her geçen gün hükmü artan paranın vardığı son aşama budur işte...
Ama yine de o masum oyun adına umutlanacağımız bir şey var.
Bu transfer yattı!...
Antalya’dayız. Belediye Başkanı Sevgili Menderes Türel’in “sporun başkenti” olma iddiası, hiç değilse şimdilik futbolun devre arasında “futbolun başkenti” olarak gerçeklik kazanmış durumda. İleride ne olur, bilemem. Yerli yabancı onlarca takım Antalya’da hazırlık kampı yapıyor. Hakemler, antrenörler ve biz gazeteciler de koşuya ara verip aynada kendimize bakmaya çalışıyoruz. Peşpeşe seminerler var. Kimi dikkatle dinliyor, kimi uyuklama modunda. Ben görmedim, ama Futbol Federasyonu’nun iki yılda bir düzenlediği ve FIFA’nın da katılıma büyük önem verdiği “Uluslararası Çalıştırıcı Geliştirme” seminerinde Aragones, Capello ve Fatih Terim konuşurken, lobide çay kahve içip dedikodu yapan en az 50 antrenör varmış. Olasıdır ki, hepsi de işsizlikten yakınan, yabancı hocaya karşı, milli takım kapılarının kendilerine açılmadığından sızlanan hocalardır. Dertlerini anlata anlata bitiremiyorlar...
Bu nedenle konuşan Aragones, Capello ve Fatih Terim dahi olsa dinleyecek vakitleri yok! Maalesef durum böyle.
Kendimize dönersek... TSYD’nin gerçekten büyük bir emek ve özveri ile düzenlediği “46. Yıl Sporun Zirvesi Semineri “de 200’ün üzerindeki süper katılıma rağmen, katılımcılardan hak ettiği
Beşiktaş’ın bir sistemi yok... Hatta sistemsizliği sistematik biçimde sürdürdüğü de söylenebilir. Anlaşılmaz, çözülmez, çalışmaz bir oyun anlayışı bu
İtalyanlar’ın futbolda sıkça kullandığı bir deyim var: “Molto fumo, poco rosto!” Türkçesi şu: “Duman çok, biftek yok!”
Maçı bir İtalyan izleseydi, olasıdır ki yukarıdaki sözleri sıkça söyler, sonra da oyun bitmeden çıkıp en yakın pizzacıya giderdi!
Delgado ve Tello’nun (Yusuf’u da anmalı mıyım ?) yokluğunda Beşiktaş’ın oyunu nasıl kuracağını düşündüm santradan önce... Benim adayım Holosko idi... Ama gördük ki Slovakyalı da bu role hiç hevesli değil! Dahası, oynamaya bile niyeti yok! Belki bu maçın grup liderliğinden dolayı önemini yitirmiş bir Kupa mücadelesi olmasından... Belki tatil rehavetinden, artık her neyse!
Elbette oyunun bir lideri olmadan da oynanabilir futbol... Sistematik bir bütünlüğünüz varsa, her futbolcu oyunun her iki yönünü de oynayabiliyorsa, sistem tutmuş ve oturmuşsa, lidere gereksinim olmayabilir.
Beşiktaş’ın bir sistemi yok... Hatta sistemsizliği sistematik biçimde sürdürdüğü de söylenebilir. Anlaşılmaz, çözülmez, çalışmaz bir oyun anlayışı bu. O nedenle yaratıcı, çözümleyici oyunculara ihtiyaç var.
Türkiye Futbol Federasyonu Başkanvekili Lütfi Arıboğan’a “maaşları, hak ettikleri transfer taksitleri ya da sözleşmeden doğan öteki parasal alacakları ödenmediği için kaç futbolcunun kulübüyle anlaşmazlığa düştüğünü, serbest kalma noktasına geldiğini” sordum...
Konuşmanın başında “70 diye biliyordum” dedi, beş dakika sonra sayının 100’e yükseldiğini söyledi.
18 takımlı Turkcell Super Ligde 100 futbolcunun işsiz kalması demek oluyor bu.
Takım başına ortalama 5’in üzerinde!
Global finansal krizin hamdolsun (!) bize teğet geçip geçmediğini henüz anlayamadık ama, ortaya çıkan gerçek şu ki futbolda kriz devre arasına rağmen formda!
Bir krizden ne beklenirse artık, futbolumuzun çarpık yapısı içinde kendini gösteriyor.
Futbolcular, karşılıklı anlaşmalarla (!) yöneticilerine el uzatıp veda ediyor ve serbest (!) kalıyor.
Tek tek kulüp ve futbolcu adı vermek istemiyorum... Listenin uzunluğu gözünüzü yorabilir. Ayrıca bazı futbolcular zor durumda kalabilirler. Bir dee gözümüzün içine baka baka yalanlamaya kalkarlar.
Ama ortadaki gerçeği değiştiremezler.
Bugün bazı büyük kulüpler dahil, Turkcell Süper Lig’in bir çok takımında futbolcular sözleşmeden doğan haklarını zamanında alamıyorlar. Sürekli tekrarlanan ezber: “ Kimsenin parası kulüpte kalmaz!”
Ligin kısaltılmış ilk yarısında da yılların sıkıntısı devam etti. Yabancı futbolcular, sağlam sözleşmelerle geldiği için federasyona ya da FIFA’ya başvurup haklarını zamanında alabiliyorlar. Kimse Galatasaray’da yaşanan Ribbery gerçeğini unutmuyor. Hatta bazı yabancıların da Antalyaspor’da olduğu gibi zamanında ödenmeyen haklarını öne sürerek serbest kaldığını hep birlikte gördük! Yerli futbolcuların işi o kadar kolay değil... Onlar beklemek, idare etmek, sabretmek zorunda. Seslerini çıkarıp hak aramaya kalktıklarında başlarına iyi şeyler gelmiyor genellikle. Üstü örtülü bir ortak tavırla dışlanıyorlar. Kulüp kapıları yüzlerine kapanıyor. Dedikodu ağlarıyla adları gölgeleniyor. Dahası gösteri ve tantana ile geldikleri kulüpte PAF takımına gönderilmek,
Habere göre Beşiktaş Başkanı Yıldırım Demirören, Ali Sami Yen’deki Galatasaray Beşiktaş derbisinin sonrasında PFDK Başkanı Reşat Bostan’a dönerek “Sana bir mesajım var... Oğuz Sarvan’a ilet. Onun an...s...!” diyor.
Küfür mesajında adı geçen Oğuz Sarvan, Merkez Hakem Kurulu Başkanı... Aracı seçilen kişi Reşat Bostan, hukukçu... Avukatlık kariyerinde herhalde irili ufaklı hakaret davalarında bulunmuş ve bu konuda deneyim sahibi olmuştur.
Elbette gereğini yapmıştır. Konuyu ilgili birimlere bildirmiş ve federasyon çatısı altında soruşturma yargılama sürecini başlatmıştır.
Bunlar, işin resmi tarafı.
Sosyal olarak baktığımızda, toplumsal seviyemizin ne kadar düştüğünün kimse farkında değil...
Eski adıyla şeref tribününde öylesine manzaralar ve olaylarla karşılaştık ki viski bardaklarının havada uçuştuğu, korumaların silah gösterip adam tartakladığı, kulüp yönetimlerinde unvanlı görev sahiplerinin birbirlerine ana avrat küfür etmeleri, birbirlerini “evden alma” tehditlerini savurmaları artık gündelik olaylardandır... Eskilerin “vukuat-ı adiye” dedikleri de herhalde buydu sanırım.
Devam edersek...
Mücadele iyi, goller güzel. Maç heyecanlı. Derbide futbolun kalitesi doruklara çıkmadı elbette. Ama seyirci olarak memnunuz. Hakçası, hakemden de hiç şikayetimiz yok. Kazanan sevinsin, kaybeden de günah keçisi arıyorsa, aynaya baksın!
Evet, Galatasaray kazandı. Bileğinin hakkıyla. Lincoln ve Baros yine döktürdüler. Ötekiler oyunu hep hücum formatında tutarak Brezilyalı ile Çek silahşöre yardımcı oldular. Arda, Lincoln, Baros, Topal, Ayhan, Servet, Sanctis hep kalitelerini ortaya koydular. Skibbe’nin biraz da riske girerek oyuna aldığı gereksiz santrfor Nonda olmasaydı, Galatasaray belki daha dayanıklı, daha sert bir görüntüyle ortaya çıkacaktı. Ama ne gam! Bu haliyle bile yetti. Dahası, Galatasaray Ankara maçlarında olduğu gibi bir anlık parlamayla goller üreten saman alevi ya da halı saha oyununu terk edip, doksan dakikanın tamamına yaydı mücadeleyi. Bu bakımdan da takdiri hak ettiler.
Beşiktaş, lafla peynir gemisinin yürümeyeceğini ortaya koydu yeniden. Delgado, önceki maçlarına oranla daha gayretli, daha istekli ama daha da gergindi. Cüneyt Çakır’a, kazandığı faul atışından sonra “Bana sarı kart gösterdin, buna niye göstermiyorsun?” diyerek Baros’u göstermesi, bu ifadesini
Sinan Erdem’i özlem ve sevgiyle anıyorum. Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi’nin 100. Kuruluş Yıldönümü’nü yaşarken, Erdem’e karşı inanılmaz vurdumduymazlık, baştan savmacılık ve tutarsızlık örnekleri sergiliyor bu ülke. Utanıyorum. Çünkü Ataköy’deki 20 bin kişilik çok amaçlı spor salonu, yamana yamana aslını unutturmuş bir proje ile sadece dört duvar ve üzerine bindirilen çatısıyla Sinan Erdem’in adını taşıyor.
Sinan Erdem, TMOK’un başkanı olarak öldü. Yıllar önce aramızdan ayrıldı. İstanbul’un olimpiyat oyunlarına hazırlanması için ömrünü tüketti. En çok inanan oydu. En çok çalışan da o! Sadece kendi inanmakla kalmadı, Türkiye’nin olimpiyat düzenleyebileceğine dair inancını uluslar arası alanda da, IOC delegasyonuna da elinden geldiği kadar anlatmaya çalıştı.
Hazırlık ve Düzenleme Kurulu toplantılarında valileri, bakanları, belediye başkanlarını ve bürokratları ikna etmek için, inanıyorum ki kansere karşı verdiği savaştan daha çok enerji harcadı. Ucuz gündelik politik oyunlara karşı ilkeli ve sabırlı tutumuyla herkesin saygısını kazandı. Adanmışlıkla o büyük rüyayı gerçekleştirmeye çalışırken tükendi, bizi bırakıp gitti.
Ona saygı adına Ataköy’deki çok amaçlı spor salonunun