Kurban

16 Kasım 2010

HİÇ kıpırtısı olmayan bir su kenarında, gökyüzüne dalıp gitmek istiyorum. Bulutların usul hareketlerini huzurla seyre dalmak istiyorum. Hiç dinlemediğim kadar huzurlu bir müziği, bir kuş kanadı bölsün istiyorum. Elimi uzatıp suya dokunmak, minikten başlayıp büyüyen daireler çizmek istiyorum.
Kurduğum hayal bozulmasın istiyorum. Ütopyam herkesin olsun istiyorum. Kırgın bir düş olsun istemiyorum sonunda.
Doğrulup; güvenle, yalınayak yeri adımlayabileyim istiyorum. “Arkamdan kim gelecek” korkusu, düşümü kim karalayacak kaygısı olsun istemiyorum.
Masal ülkemde herkese yer olsun, gelen masalsı düzeni bozmasın, herkes aynı huzura kanat açsın burada diye diliyorum.
Çünkü bugün bayram... Ve bayramlar bir ülke için huzur demek olmalı.
Bugün “Kurban Bayramı” hem de...
* * *

Yazının Devamı

Korku imparatorlukları!

12 Kasım 2010

1950’li yıllar...
Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) Mc Carthy dönemi... ABD’nin tüm tarihi boyunca yaşadığı en zorba cadı avı yılları...
Mc Carthy dönemi; ABD’deki komünist sosyalist ve demokrat bütün aydınların, sanatçıların düşüncelerinden dolayı suçlandığı, fişlendiği, işsiz bırakıldığı ve her türlü baskıya maruz kaldığı “Korku İmparatorluğu” olarak adlandırılan bir dönemdir.
9 Şubat 1950’de Cumhuriyetçi Parti’nin Wisconsin senatörü Joseph Mc Carthy, elinde Komünist Parti’ye üye olduklarını iddia ettiği 200 kişinin isimlerinin bulunduğu listeyle basının karşısına çıktığında, “İşte devlet dairelerine sızan komünistlerin listesi” diyordu titreyerek.
Elinde askerlerin, sanatçıların, bilim adamlarının, Hollywood yıldızlarının isimleri bulunan bir liste vardı. Einstein’dan, Orson Welles’e, Bertolt Brecht’ten, Charlie Chaplin’e, Arthur Miller’dan, Paul Robson’a kadar pek çok değerli isim...
4 yıl süren soruşturma sonucu listedeki hiç kimsenin suçu ispat edilemedi.
Mc Carthy dönemi filmlere, kitaplara konu edildi. Listede de adı bulunan Amerikalı oyun yazarı Arthur Miller, “Cadı Kazanı” nında dönemi anlattığı gibi; kişinin vicdan hesaplaşması ve insanlara salınan korku

Yazının Devamı

İstanbul, İzmir ve Atatürk...

9 Kasım 2010

NEDEN böyle diye düşünüyorum? Neden böyle oldum?
Neden artık kitapçılara girdiğimde, en çok Atatürk kitapları dikkatimi çekiyor... Neden sevinip yapışıyorum, uzun uzun inceliyorum, satın almak için elim önce onlara gidiyor? Gazetelerde Ata’yı anlatan, öven şeylere neden çocuk gibi seviniyorum?
Gittiğim herhangi bir yerde Ata’nın resimleri, videoları neden artık beni daha çok duygulandırıyor? Neden gözlerim her göz göze geldiğinde fotoğraflarıyla, buğulanıyor? Neden eskiye göre Atataürk’ü anımsatan her şey beni sarsıyor?
Türk Bayrağı’nı hâlâ indirmemiş balkonlar gördüğümde neden artık daha çok dikkatimi çekiyor?
Ata’yla ilgili her şey eskisi gibi olağan dursa keşke karşımda!
* * *
Haftasonu için gittiğim İstanbul’da, karşı kıyıdan Dolmabahçe Sarayı’nı seyrederken düşünüyorum bunları... Zamanı geri çevirmek istiyorum sanki. O güzelim İstanbul’daki balolar, yemekler geliyor gözümün önüne. İnce, zarif, kabuğundan sıyrılmış Türk milleti; siyah beyaz karelerde gözümün önünde vals yapıyor sanki. O günlere özlem duymasam keşke diye hayıflanıyorum...

Yazının Devamı

İl Özel İdare yönetimini İZDOB’u izlemeye davetimdir

5 Kasım 2010

BAŞKALARI taç yapar, biz sokağa atarız. Başkaları onsuz yapamaz, biz “Bu ne rezalet?” diye hakaretler yağdırırız. İnsanların hayran hayran zevk aldığı estetik şöleninin ya içine tükürürüz, ya tiksiniriz ya da sapıkça olduğunu düşünürüz.
Mustafa Kemal Atatürk’ün, “Sanatsız kalan bir toplumun hayat damarlarından biri kopmuş demektir” sözünü basmakalıp buluruz... Söyler geçeriz. Şöyle bir durup da sanatla yaşayan ülkelere, toplumlara bakmayız bu sözü anlamak için.
* * *
Bu toplumu geçtim; bir zamanlar tiyatro, opera, sinema salonları dünyaya nam salmış bu kentte bile hep sorundur sanat. Bir dönem onlarca olan tiyatro, opera, sinema binaları toplasanız iki elin parmaklarını geçmez ya zaten.
Kendimi bildim bileli sanat kurumları hep yer sıkıntısı yaşar İzmir’de... 1975’te kurulan İzmir Devlet Senfoni Orkestrası (İZDSO), ilk konserini verdiği konservatuvar salonundan bu güne kadar salon konusunda tek kelimeyle sürünür oldu... Üniversitenin, ödenen kirayı yetersiz bulup dışarı attığı orkestra, Belediye Başkanı Ahmet Piriştina’nın sayesinde önce Büyükşehir Belediyesi’nin Kültürpark içindeki İsmet İnönü Sanat Merkezi’ni kullandı. Şimdi ise Ahmed Adnan Saygun Kültür Sanat Merkezi’nde

Yazının Devamı

10 yaşındaki çocuk bile laf atmaya başladıysa

2 Kasım 2010

PAZAR akşamı... Kıbrıs Şehitleri Caddesi...
Her zamanki gibi kalabalık, renkli ve cıvıl cıvıl cadde. Çoğunluk genç. Kimi telaşla belli ki bir yere yetişmek için koşuşturuyor, kimi yanındaki grupla tatlı sohbette, kimi ağır ağır vitrinlere baka baka ilerliyor.
Biz kızımla bir kafedeyiz. Uzun zamandır oturmamışım Kıbrıs Şehitleri Caddesi’nde. Sokağın hareketliliğini özlemişim. Zaten öyle bir dalmışız ki gelip geçenleri seyretmeye, sanki birbirimizi tanımıyor gibi susup kalmışız. Bir süre sonra hiç konuşmadığımızı fark ediyorum.
İlginç tipler de geçiyor...Onların geçmesinin ardından sessizce birbirimize bakıyoruz. Kimi mavi saçlı, kimi eşofmanlı, kimi çok süslü, kimi kafasına ışıklı taçlardan takmış, kimi solgun, kimi pasaklı... Bir yanda sokak sanatçıları müzikleriyle fonda...
Sokağın bu renkli hali hoşuma gidiyor.
Ve kuşkusuz ki; İzmir’in en renkli sokağı da burası. Her sokak masmavi denize, capcanlı Kordon’a , ışıl ışıl körfeze açılıyor. Denize açılan her sokak da kendine özgü zaten.
Bu kendine özgü sokaklar, İzmir’in kimliği, İzmir’in gerçeği.

Yazının Devamı

Büyükşehir Belediyesine önerir?

29 Ekim 2010

BİLİYORUM... Şakanın hiç sırası değil. Yaşadıklarımız da hiç komik değil! Ama bu İzmir’in, İzmirlinin yağmur yağdığında başına gelenler şaka gibi değil de nedir? Metro’nun suya gömüldüğünü görünce, türlü gülünç şey geldi aklıma. Oysa hiç sırası değildi. Ama elimde de değildi. Geceyarısı başlayan yağmurda, Metro bile su altında kalıyorsa; “Güleriz ağlanacak halimize” demekten başka çare var mı?
Aslında sorunun cevabı; yani ağlanacak halimizin çaresi var. Onu da bari ben söyleyeyim...
Çare; elbette plastik çizme ve şişme bot dağıtmakta değil.
Çare; rehavetten kurtulmakta ve yağmuru ciddiye almakta!
* * *
10 yılda, 20 yılda bir afet yaşanır; anlarız...
Günlerce yağmur dinmez, anlarız...

Yazının Devamı

Basın kartı, Cumhurbaşkanı, türban ve ben

26 Ekim 2010

BUGÜNLERDE çoğu gazeteci, basın kartıyla ilgili anılarını anlatır oldu. Ya da gazeteciliğe ilk başladığı yılları... İnsan eski günleri anlatmaya başladı mı; orada durup, kulak vermek gerek. Hele bir de o eski günleri anlatanlar çoğalıyorsa!
* * *
Benim de basın kartına kavuştuğum an; meslek hayatımın hatta hayatımın en heyecanlı anlarından biri. Zira öyle uzun yıllar bekledim ki o karta kavuşmak için!
Mesleğe ilk başladığım bir yerel gazetede, bundan yaklaşık 15 sene önce oldu ne olduysa... (O gazete artık olmadığından rahatça anlatabilirim!!!)
O zamanlar çalıştığım gazetenin kapanacağını anlayan ve formül üreten bir yöneticiye borçluyum bu gecikmişliği(!)
Ben daha toy, genç, saf... Her ne derseniz deyin; öyle bir gazeteciyken, 212 Sayılı Basın Yasası’na bağlı çalıştırılmıyordum. Artık umudumu kestiğim günlerden birinde, muhasebeden çağırdılar. Koşa koşa indim aşağıya...
Bukalemun gibi bir surat ifadesiyle konuşan muhasebeci, “Seni artık 212 kadrosuna alacaklar. Ancak bunun için bu şirketten seni çıkarıp, diğer şirkete alacağız” deyiverdi, ifadesiz bir ses tonuyla. Ben o sırada, adamın o tonunu bile fark etmemiş, sevinçten gözüm kararmış bir haldeydim. Hatta havalara

Yazının Devamı

Bu havada ne yapılır?

19 Ekim 2010

BULUT bulut İzmir’in üstü... Bulut bulut üstümüz... Sanki gözleri dolmuş, dokunsalar ağlayacak gibi İzmir.
Dokunuyorsun, ağlıyor. Dokunduğun an indiriyor sicim gibi.
Öyle bir yağmur ki, dinmek bilmiyor.
Göz gözü görmüyor. Görse de fark etmiyor. İnsanın canı eğlenceli şeyler yapmak istemiyor.
Şöyle miskin miskin uzanıp bir kanepede; üzerine ince bir battaniye çekip, gömülmek istiyor insan yastıklara.
Camdan süzülen damlalara bakıp, gözünün buğusuyla camın buğusu birbirine karışsın istiyor.
Ne tuhaf şey şu sonbahar! İlkbahara, yaza, kışa benzemiyor. Adı gibi bir hüzün çöküyor insanın üstüne. Bazen ruhunu karartıyor insanın. Çıkıp kendini kırlara veresin gelmiyor. Yağmurda ne uzun uzun yürünüyor, ne oturup kıyısına denizin iç geçirilebiliyor...

Yazının Devamı