Telefonuma bir mesaj geldi. Okudum:"İsrail, Lübnan'a girdi."İnanamadı.Haklı olarak kaygılandı.Malum, hükümet Araplarla İsrail arasında bir temas yürütüyordu. Üstelik bunu Erdoğan'dan bizzat ABD ve İsrail istemişti. Başbakan da dış politika danışmanını Suriye'ye göndermiş, Filistinlilerle de görüşmelere girişmişti.Bu temaslar sonuç vermeden Lübnan'a girdi İsrail...Böylece Türkiye'nin uzlaştırma çabalarını da boşa çıkardı.Bir daha kim Türkiye'nin sözüne kulak verir?* * *İki yıl önce Doğu Konferansı heyetiyle Lübnan'a gitmiş, Beyrut'ta Hizbullah'ın lideri Seyit Hasan Nasrallah'la görüşmüştük.Beyrut'un her köşesine resimleri asılan bu kara sakallı genç lider, bizi gece yarısı karargâhında ağırlamıştı.3 saat süren sohbette şunu söylemişti:"Türkiye'nin İsrail'le ilişkisinden rahatsızız. Bazı ülkeler sizden arabuluculuk isteyebilirler. Ama İsrail buna yanaşmaz. Çünkü onların ABD ile ilişkisi, Türkiye ile ilişkisinden daha önemlidir." Son kriz, bunun doğruluğunu kanıtladı.* * *2 İsrail askerini kaçırmalarından sonra Nasrallah, "İsrail cezaevindeki mahkûmları serbest bırakmadıkça, biz de onları bırakmayacağız" açıklamasını yaptı.İsrail, bunu savaş nedeni sayacağını ilan etti.Nasrallah da
Tapınağın eteklerinde Boğaz, ışıktan bir nehir gibi aktı durdu sessizce...Sonra aniden karşı tepenin üzerinden mehtap uzattı boynunu ve bu harikulade yaz gecesine sema katından dev bir fener tuttu.Loş masalarda birbirinden şık konuklar aryalar eşliğinde yemek yerken meraklı gezi tekneleri göbek havaları ya da yüksek tondan ilahilerle yanaşıp kâh özenerek göz attı kâh kendilerince nispet yaptı.Çok geçmeden tapınak doydu ve müziğin davetine uydu.Aryalar modern danslara, danslar oryantal notalara döndü hızla...İçkinin dozu arttıkça ağırbaşlı masalar da koştu eğlencenin çağrısına...Tapınak, attı kendini âlemin kollarına...Karşıda Anadolu, sessiz ışıltılarla göz kırpıyordu.* * *Ne New York'ta ne Londra'da ne Paris'te karşılaşılabilecek bir manzara bu...Buradan bakınca İstanbul, Batı'nın "en ucu"...Haniyse doruğu...Lakin denize değil, içeri doğru bakınca, tapınağın eski heybetinde olmadığını fark ediyoruz.Sezon öncesi dozerler girmiş ve kimi kaçak katları yok etmiş. Yıkım günü, sadece bir sefahat simgesine değil, bir yaşam biçimine saldırır gibi gelmiş ve eğlencenin krallığını tarumar etmiş.Ama can alarak çöken duvarlarını yeniden örmüş ve kısa sürede eski şaşaalı günlerine dönmüş
Sıcaktı. Hasan panik halinde Birleşmiş Milletler'in Bosna'daki askeri karargâh binasına girdi. Hollandalı Binbaşı Franken'in odasına daldı.Elindeki listeyi Binbaşı'ya verdi.Binbaşı, listeyi önüne çekip incelemeye başladı.Bu, Srebrenica'daki Potoçari kampında görevli personelin listesiydi.* * *Kampı kuşatan Sırplar içeri sığınan Boşnak mültecilerin kendilerine teslimini istiyorlardı. "Sadece kamp görevlileri içeride kalabilecek, aksi takdirde kamp bombalanacak"tı.Hollandalı komutan bu baskıya direnememiş ve hemen personelin bir listesinin hazırlanmasını istemişti.Listedekiler kalacak, diğerleri Sırplara teslim edilecekti.* * *Kamptaki 25 bin mülteci arasında Hasan'ın annesi, babası ve kardeşi de vardı. Hasan kampta tercüman olarak çalışmaya başlayınca onları da kampa aldırmıştı.Burada güvende olduklarını düşünüyorlardı. Ama şimdi Hollandalı komutan onları Sırplara teslime karar vermişti. Kararı mültecilere bildirme işi de Hasan'a kalmıştı.Hasan, "Sizi teslim edecekler" deyince mültecilerden feryatlar yükseldi. Kimi isyan ediyor, kimi Sırplara verilmektense ölmeyi tercih edeceğini söylüyordu.Ama, Hollandalı komutan kararlıydı.* * *13 Temmuz günü kamp boşaltılmaya başlandı.
RAHŞAN ECEVİT'İ KORKUTAN 'İŞGAL HARİTASI'NI BULDUK "Bütün Trakya'yı Yunanlar aldı. Hatay elden gitti. GAP topraklarını Yahudiler kapattı. Ani Harabeleri'nin etrafını İngiliz şirketleri ele geçirdi" dedi.Rahşan Ecevit'e göre Türkiye tapuyla işgal edilmişti.Bunlar aylardır söyleniyor, ancak sağlıklı veri bulunamıyordu. İddia sahipleri de, resmi kaynaklar da rakam vermiyordu. Ve kuşkular büyüdükçe büyüyordu. Tartışmayı Rahşan Ecevit başlattı: Yabancıların arazi satışıyla Türkiye'yi içeriden ele geçirmekte olduklarını öne sürdü ve bir "işgal haritası"ndan söz etti: Geçenlerde bir başka vesileyle görüştüğüm bir bakanın toplantı odasının duvarında tesadüfen bir haritaya ilişti gözüm... "Türkiye'de en fazla taşınmaz edinen yabancı ülkeler haritası"ydı bu...Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü'nün Bilgi Sistemi şubesi tarafından hazırlanmıştı.2005 başı itibarıyla Türkiye'de yabancılara ait taşınmaz malların il il dökümünü veriyordu.Sonradan araştırdım ve "Yabancılar büyük oranda toprak alıyor" iddialarının yaygınlaşması üzerine Tapu Kadastro'dan bu haritayı hazırlamasının istendiğini ve Ankara bürokrasisinde elden ele dolaştığını öğrendim. Bakanın duvarında Önce haritanın genel tablosunu
Nasıl bir insanı anlamak için kimi gözlerine, kimi sözlerine bakarsa benim de ilk bakışta bir kenti anlamak için kendi kıstaslarım var.İlki şu:Reklam afişindekiler, altından geçen insanlara benziyor mu?Küreselleşmenin etkisiyle bir gecede yerkürenin dört bir yanında afişe ediliveren dev reklamlar, neşeli, sağlıklı, bakımlı, ihtiraslı genç yüzler sunuyor önümüze...Oradan bize davetkâr gülücükler yolluyorlar.Lakin kimi kentlerde o davete icabet etmesi beklenenler hiç aldırmıyor davet sahiplerine...Bakıyorsa da imrenilen uzak bir istikbalin suretine bakar gibi bakıyor.Posterle altındaki yalın gerçek, keskin bir ayrışma yaratıyor:Hayalle gerçek kadar keskin bir ayrışma...***Gittiğim kentlerde eğlenceye çağıran ışıklı caddelerden, müzelerden, süslü vitrinlerin fiyat etiketlerinden çok adliye saraylarına, mahkeme salonlarına, kamu binalarına dikkat ediyorum artık...Kimi yerlerde, Türkiye'nin tersine kentin en güzel binalarının yargılamaya ayrılmış olmasından medeniyet dersleri çıkarıyorum.Kamu binaları Stalinist bir tarzla devasa beton kütleler gibi insanı eziyor, küçültüyor, hiçleştiriyor mu? Yoksa insanı içine çeken bir kent estetiğinin yapı taşları gibi eriyor mu bitki örtüsünün
Ben çocuğumun "zorunlu din dersi" adı altında böyle bir ibadet eğitimi almasını istemiyorum. Çocuğuna ibadet öğretmek isteyen, onun yolunu bulur.Ancak böyle düşünenlerin aksine, "Din dersleri kaldırılsın" fikrinde de değilim. Çünkü din, çağımızın, dünyamızın ve toplumumuzun çok önemli bir gerçekliği...Modern eğitim, böyle önemli bir olguya yokmuş gibi davranamaz.O halde Hükümet Sözcüsü'nün deyişiyle çözümü "atomu parçalamaktan zor" gibi görünen bu sorun nasıl halledilecek? * * *Sünni İslam bilgileri içeren zorunlu din derslerini din özgürlüğüne aykırı bulan bir Alevi yurttaş, kızının bu derslere katılmaya zorlanamayacağı iddiasıyla Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvurmuştu. Mahkemenin "Farklı inançların kendi dinlerini öğrenme hakkı ortadan kalkıyor" gerekçesiyle Türkiye aleyhine karar verebileceği bildiriliyor.Karar bu yönde çıkarsa Alevi yurttaşlar "Sünnilik eğitimi" sayılan derslere girmeme hakkı kazanacak.Peki bu, sorunu çözecek mi?* * *Hayır, belki daha da ağırlaştıracak.Çünkü "Sünniler için zorunlu, Aleviler için seçmeli" bir ders, hepten bölünmeye hizmet edecek.Milli Eğitim Bakanı'nın hoyratça önerdiği "Nüfusta din hanesine 'İslam' yazdırmasın, derse girmesin" yöntemi
Geçen yıl İngilizler bir test icat etti. Buna göre vatandaş olmak isteyen yabancılar İngiliz toplumu konusunda sınava girip sonuca göre yurttaşlık alacaklardı.Almanya işi biraz daha ileri götürdü.Yurttaşlık başvurusu yapan Müslümanlara bir "sadakat testi" uygulanacağını duyurdu. Testte şöyle sorular vardı:"Sizce kadın kocasına itaat etmeli mi?""Etmiyorsa dayak yemeli mi?""Oğlunuz eşcinsel olduğunu söylerse ne yaparsınız?"Amaç, yabancının, o toplumun ortak değerlerini savunup savunmadığını ölçmekti.* * *Bu uygulamalar çok eleştiri aldı.Şimdilerde Dünya Kupası nedeniyle her halk kendi takımı etrafında kenetlenirken, İngiliz basını bu testlerin sadakati ölçmeye yetmediğini, asıl sadakat testinin "taraftarlık" olduğunu yazıyor.Çokkültürlü toplumun aidiyet bağını meşin yuvarlak üzerinden kuran bu yeni testin zor soruları yok, tek koşulu var:"İngiliz takımını destekleyen, İngilizdir."Yani "vatandaşlık"ın yerini "taraftarlık" alıyor."Vatandaşlık", farklı kimlikten, etnik gruptan, dini inançtan insanları eşit haklarla donatıyordu."Taraftarlık" da milli takımı destekleyenleri, hangi kulüpten, milletten, ırktan, dinden olduğuna bakmaksızın "bizden" sayıyor.Gönüllülük esasına dayalı bu
"Baba İnönü'den Ömer İnönü'ye Mektuplar"ı (Bilgi, Mayıs, 2006) okudum hafta sonu... Kitapta İnönü'nün çoğu 2. harp yıllarında ve cumhurbaşkanı olduğu dönemde, önce İstanbul'da, sonra Amerika'da okuyan oğlu Ömer'le yazışmaları var.Paşa, "Ey benim hayatımın en kıymetli fidanı, ailemin temeli Ömerciğim" diye hitap ettiği oğluyla yazışmalarını biriktirmiş, "Bu mektuplar ilerde ömrümce okuyacağım toplu bir eser olacak" diye yazmış.Mektuplarda İnönü'nün gündelik hayatından ilginç ayrıntılar var:Ömer'in Amerika'da yaşadığı geçim sıkıntısı, Paşa'nın "yabancı gelin" endişesi, kendisine bir yıllık National Geographic dergisi aboneliği hediye edince çocuk gibi sevinmesi...Ama asıl ilginci, İnönü'nün her koşulda veliliği elden bırakmaması... Aktaracağım kimi alıntılarda da göreceğiniz gibi "Eee, dersler nasıl"dan öte bir ilgi var bu mektuplarda...Savaş yıllarında Köşk'e kimya laboratuvarı kurdurup özel kimya dersleri alan bir Cumhurbaşkanı'ndan da bu beklenirdi zaten:***"Sevgili Ömerim,İmtihan notlarını aldım. Kimyadan çok terakki var. Fizikten iki numara daha az almışsın, ama yine yüksek. Tersimi hendese (geometri) az. Ehemmiyet verirsen çabuk telafi edersin. (..) Fransız edebiyatında 17.