Mesajda bir saat önce Türk basın mensuplarıyla görüşen Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğanın sözlerinin özeti vardı.Erdoğan, Avrupalı liderler için "Bizim duyarlılıklarımızı biliyorlar. Derslerine iyi çalışmışlar" diyordu.Oysa burada bir ders söz konusu değildi; iki taraf müzakere edecekti.Chirac, kağıttaki notu okuduktan sonra diğer liderlere döndü ve şöyle dedi:"Türklerin üslubu Ortadoğululara benzedi. Öyle olunca anlaşmakta zorluk çekmeye başlıyoruz." Önceki gece 21.00 sıralarında AB binasının en üst katında Avrupa liderlerinin çalışma yemeği yediği geniş salonda Fransız lideri Jacques Chiracın önüne bir mesaj geldi. Bir Fransız diplomatın aktardığı bu olayla, son yılların en zorlu gecesinin fitili ateşlenmiş oldu.Erdoğanın kırmızı çizgilerle daralttığı manevra yeteneği, vakitsiz gündeme getirdiği Amerikan tipi başkanlık sistemi niyeti ve "Koşulsuz tarih vermezlerse çeker gideriz" demeci, Avrupalı muhataplarını zora soktu.20 saat boyunca her şeyin bittiği inancıyla, her şeyin yoluna girdiği sevinci arasında gidip geldik birkaç kez..Tam "Ortadoğulular" gibi; her şeyi uçlarda yaşamaya alışkındık:Ya zafer ya hezimet...Gri noktaları olmayan bu ak - kara hesabı yüzünden sonuçta (borsa
"Hadi hayırlısı, iyi haberlerinizi bekliyoruz."Brüksele indiğimizde uçağın kapısındaki hostes de aynı sözcüklerle uğurladı:"Müjdelerle dönersiniz inşallah!.."Arkamızdan dökülen sular ve üflenen dualarla geldik Brüksele...Ve Avrupa başkentini pek değişmiş bulduk:200ü aşkın Türk gazeteci, Konsey binasını naklen yayın araçlarıyla kuşatmış, kaleyi düşürecek tarihi zirveyi bekliyordu.Basın odasının üstten hava çekişli "sigara odaları"ndan kesif bir duman yükseliyordu.Oteldeki yemekte G.o.r.a.nın başarısı konuşuluyordu.Kadir Çöpdemir, sokakta Belçikalılara "Sizde kız isteme var mı?" diye soruyordu.Ali Kırca, "Siyaset Meydanı"nı Brüksel stüdyolarına taşıyordu.Avrupalı parlamenterler genel kurulda "Evet" yazılı pankartlar açıyordu.PKKlılarla MHPliler gösteri yapmaya hazırlanıyordu.Başbakanı her gittiği yerde izleyen "AKPli Nil", AB tişörtü ile kuliste geziniyordu.Basının dev isimleri, ekrana çıkmak için birbirini omuzluyordu.Bilgili, görgülü, kibirli ve meraklılardan oluşan koca bir heyetle kız istemeye gelmiş ve kız evini kendimize benzetmiş gibiydik: "Merhaba Avrupa, işte biz geldik!" Havaalanında son gümrük muayenesini yapan polis, gerdeğe damat sokar gibi sırtımızı sıvazladı: Avrupaya
Erdoğanın, İstanbulu aslına uygun hale getirmek için ilginç projeleri var: Başbakanla çocukluğundan, gençliğinden "İETT günleri"ne uzanan söyleşimiz nihayet günümüz İstanbuluna ilişkin görüşleriyle bitiyor. "Ben, İstanbul Belediye Başkanımıza dedim ki, "Gerek İstiklal Caddesinde, gerekse Tarlabaşı Bulvarı üzerinde binalar alalım; o binaları biz restore edelim. Gerekirse Büyükşehir veya Beyoğlu Belediyesi, Kültür Bakanlığımız devreye girsin. Biz restore etmek suretiyle, İstanbulumuzu aslına uygun hale getirmek işine bir yerlerden başlayalım. Aynı şekilde Süleymaniyede, Haliçte başlayalım. Haliçin temizliği halloldu ama şimdi mesela Sütlücede bir kongre merkezi yapılıyor. Bunun temelini ben başkanlığım döneminde attım, fakat maalesef daha bitmedi. Biz restore edelim Aslında onu bizim 2001 yılı sonunda bitirme hedefimiz vardı. Tabii yolculuk herhalde biraz uzun sürdü, bitirilemedi. Şimdi belediye başkanımdan onu özellikle rica ettim, "Şuna hemen bir yüklen, bitir. Çok uzadı bu, yanlış oldu" dedim. Bu kadar uzun sürmemeliydi. Şimdi 2005 sonuna zannediyorum bitirilecek. Orası bittiği zaman Haliçe çok farklı bir zenginlik katacak.Hemen onun yanında Minyatürk Park, arkasında Bilgi
İşte Başbakanın ağzından "eski İstanbul": Başbakan Tayyip Erdoğan, "İETT belgeseli" için yaptığımız, bir saat süren söyleşimizde çocukluğunun ve gençliğinin İstanbulunu biraz da özlemle anlattı. Bu arada İstanbulun çehresini değiştirenlerden dert yanarken, üstlerine gittiğinde annesini bile devreye soktuklarından yakındı. Zavallı annem - Bir defa çocukluğumda çarpık yapılaşma yoktu. Mesela bizim oturduğumuz Kasımpaşa, aslında paşaların, subayların oturduğu bir yerdi. Evlerimizin hemen üst kısmında dut bahçeleri vardı. Biz oralarda oynar, koşturur, bahçelerden dut yerdik. Tabii zaman zaman o bahçelerin sahipleri bizi kovalardı, yakaladıkları zaman da döverlerdi.Şimdiki Memorial Hastanesinin hemen altında Baruthanemiz vardı. Piyale Paşa Bulvarının oradan Dolmazdere akardı. Orada Kuzey Deniz Saha Komutanlığından denizciler, subayıyla, astsubayıyla, eratıyla gelir atış talimi yapardı. Biz onları uzaktan izlerdik. Düşünün, o bölgeler ne kadar boştu ki, atış talimi yapılıyordu. Şimdi oralarda böyle bir devrin geçtiğini anlayamazsınız.Bugün Çırağanın olduğu yer o zaman Şeref Stadıydı. Toplar bazen denize kaçardı. Zımpara gibi toprağı vardı oranın; düştün mü, tüm derin sıyrılır giderdi.
GİRİŞ Adı, "İlk Durak".Bir kurum tarihi olarak başladığımız çalışma için personel arşivine girince çok şaşırtıcı bir sonuca ulaştık. Çeşitli meslek dallarında Türkiyenin yetiştirdiği en önemli isimler, kariyerine İETTde başlamıştı.Yaşar Kemal, Ferruh Bozbeyli, Memduh Ün, Mustafa Sarıgül, Tuncel Kurtiz, Orhan Hançerlioğlu, Hıfzı Topuz, Recep Bilginer, Rasih Nuri İleri, Münevver Andaç, Peride Celal... liste uzayıp gidiyordu.Bu isimlerin kimi kantinci, kimi sayaç okuma memuru, kimi tahsilat görevlisi olarak bu "ilk durak"ta buluşmuştu.Hayatta olanlarla uzun söyleşiler yaptık.Hepsi birbirinden güzel anılar anlattılar.Gerçekten ilginç bir belgesel çıktı ortaya...Atilla Özdemiroğlu nefis bir müzik yaptı.Ben o müziğe söz yazdım."İlk Durak" adlı bu şarkıyı Levent Yüksel seslendirdi. Belgesel ve kitap yayına hazır hale geldi. Artık "İlk Durak"takiler listesinde görüşülmedik tek bir kişi kalmıştı:Başbakan Recep Tayyip Erdoğan...O da İETTde 1974te geçici işçi olarak göreve başlamış ve 1981e kadar 7 yıl çalışmıştı.İşte bize o 7 yılın öyküsünü anlatması için randevulaşmıştık.Sonra da sırada bekleyen meslektaşlarımızı bekletme pahasına, bir kantin görevlisi olarak başlayıp başbakanlıkla
Şikâyetçi tarafta Kürtler vardı.Sanık koltuğunda ise Türk hükümeti...Şikâyetçilerin avukatı köylerinin nasıl yakılıp yıkıldığını anlattı.Sonra Dışişleri temsilcisi bunu yalanladı.Kürsüdeki Avrupalı yargıçlar iki tarafı da dinledikten sonra karar için çekildi.Acı bir manzaraydı.Asırlarca aynı toprağı paylaşmış akrabalar, birbirimizi dinlemekten umudu kesmiş, uzak diyarlardan hakemler önünde hesaplaşmaya oturmuştuk.***Mantıklı bakınca yadırgayacak bir şey yok.Orası, devletlerin yurttaşlara karşı eylemlerinin yargılandığı bir Avrupa mahkemesi ve o mahkemenin yetkisini tanıyan Türk hükümetinin de -diğer Avrupa hükümetleri gibi- orada hesap vermesi çok doğal...Ama yine de her sorunumuza -Kürt, başörtüsü, işkence- Avrupa zemininde çözüm aramanın kendisi de bir sorun değil mi?Tamam, Türkiye AB üyesi olursa evrensel değerlerin altına imza atacak ve o şemsiye altında daha hızla demokratikleşecek.Ama iş bu kadar basit mi?Daha net söyleyeyim:Diyelim ki cuma günü Brükselde masaya ağır bir önkoşul kondu ve Türkiye "Ben bu önkoşulla müzakereye oturmam" diye resti çekti.Ne olacak o zaman?Başa mı döneceğiz?Şahinler 17 Aralıka kadar toprağa gömdüğü baltalarını çıkaracak, geçici barış çubukları
Sahnedeki grup tanıdık bir türkü çalmaya başlıyor.Sözler Ermenice; ama sondaki "Kamança" sözcüğü tanıdık.Hrant, bunun "Kemençe" olduğunu söylüyor. Kemençe için yazılmış bir sevda türküsü bu...İlk notadan hepimiz tanıyoruz türküyü:"Çırpınırdı Karadeniz / bakıp Türkün bayrağına/Ah ölmeden bir görseydim / düşebilsem ayağına"Ülkücülerin marşı haline gelmiş türküyü Ermenice sözlerle dinliyoruz.Mehmet Barlasın geçen haftaki yazısını okumuş olanlar, türkünün bestekârını fısıldıyor:Üzeyir Hacıbeyli...1948de ölen Azeri besteci..Güfteyi ise, Nuri Paşa kuvvetlerinin Baküye girişi üzerine Ahmed Cevat yazmış.Ve heyetimiz "Kamança"yı, "Çırpınırdı Karadeniz" diye söylemeye başlıyor.Bir Azeri bestesine eşlik eden, Ermenice ve Türkçe sözler birbirine karışıyor.İşin daha da ilginci, bu türkünün bir dönem sosyalistlerce Mustafa Suphi için ağıt niyetine söylenmiş oluşu...Ömer Laçiner bir başka ayrıntıyı hatırlatıyor:"1970lerde askeri darbeye karşı söylediğimiz Dev-Genç marşının orijinali, askeriyenin Eskişehir marşıydı."* * *O bitince "Sarı Gelin" başlıyor.Ermenilerin mi, Türklerin mi diye uzun tartışmalara konu olan bu canım türküyü, sahnedeki solist Ermenice söylüyor. Ancak nakarat bölümünü "Sarı
1. Tarih yokmuş gibi davranmak.2. Sadece tarih varmış gibi davranmak.Birinci yaklaşım, 90 yıl unutulmamış bir büyük faciayı küçümseyip yok saydıkça sorunu hepten çıkmaza sokuyor.İkincisi, öfkeyle geçmişe bakmaktan yüzünü geleceğe çeviremiyor ve ilişkileri mazinin kanında boğuyor.Bu iki hata, iki komşu devleti sürekli birbirine karşı tetikte olmaya ve üçüncü tarafları ikna çabasına zorluyor.Ermenistan, "soykırım tasarıları"nı dünyaya kabul ettirebilmek için lobi yapıyor.Bu kabulün peşinden tazminat talebi geleceğinden endişelenen Türkiye ise -belki "sözde" tazminat talebinden de fazlasını, karşı - lobilere akıtıyor.İki ülkenin, bu çatışmadan nemalanan üçüncü ülkelere vermek zorunda kaldığı tavizler de cabası...Oysa çözüm, tarihle cesaretle yüzleşen ve onu aşıp geleceğe yönelen bir yaklaşımdan geçiyor. Türk - Ermeni ilişkilerinde diyaloğu engelleyen iki tür yaklaşım var: Ermenistanda sadece radikallerle değil, bu cesarete sahip muhataplarla da tanıştık.İlk Devlet Başkanı Petrosyana yakın sivil toplum kuruluşu Armatın Başkanı Papken Ararktsyan, aynı zamanda Ermenistanın eski meclis başkanı...Babası Van, annesi Doğubayazıt doğumluymuş. Göçtüklerinde annesi 1, babası 5 yaşındaymış."O