Sakatlar, sapıklar, sadistler, serseriler...Göğsü madalyalı üşütük bir general...Anti-komünist bir çaçaron...Damda ezan okuyan bir Müslüman...Bir Ermeni travesti...Bir psikopat şair...Bu kimsesizler ocağında, yitirilmiş eski bir ideali anımsatan saflığıyla güzelim bir kaçık kız......ve onun Batılı hayali sevgilisinin aşkıyla yanıp tutuşan yüreği...Rus yönetmen Andrei Konchalovskynin gözüyle, yıkılan Sovyetlerin bir karikatürü bu tımarhane...Halen gösterimde olan Rus - Fransız ortak yapımı "Deliler Evi", Çeçen sınırındaki bu tımarhanede geçiyor.Bir gün hastane personeli ortadan kayboluyor. Çeçen savaşçıların yaklaştığı anlaşılıyor. Çok geçmeden savaş, Deliler Evine ulaşıyor.Önce alınları bantlı Çeçen direnişçiler, hemen ardından da ağır silahlı Rus birlikleri binaya giriyor. Deliler içeride rehin kalıyor.Ve çapraz ateş altındaki bina, savaşın tüm dehşetini yaşıyor.* * *Konchalovsky, Çeçen savaşının ilk günlerinde yaşanmış gerçek bir olaydan esinlenerek çektiği filmi gösterimdeyken bu kabusun bir okul binasında çocuklarca yaşanabileceğini ne bilirdi ki...Beslan katliamının dehşeti yanında "Deliler Evi"nin lirizmi cılız kalabilir; ancak yine de bölgede yaşanan "zırdeliliğe" dair bir
Anne olmayanların aklına belki "İftihar ettim", "Göğsüm kabardı", "Onu bugünler için doğurdum" gibi beylik şişinme sözcükleri üşüşür.Hatice Sezer, oğlu cumhurbaşkanı olduğu gün ne demişti biliyor musunuz:"Daha iki ay önce kalp ameliyatı olmuştu. Acaba bunca yükün altından kalkabilir mi?"Cumhurun başkanı da olsa o, onun oğluydu evvel emirde...Terlediğinde, maç ortasında sırtına havlu sokuşturarak, ateşlendiğinde alnına sirkeli bezler koyarak büyütmüştü.Köşk saltanatından önce kalp ameliyatını düşünürdü elbet...* * *Hatice Sezerle aynı gün bir başka annenin vefat haberi geldi:Bülent Eczacıbaşının annesi Beyhan Eczacıbaşının...Onunla geçen yıl Nejat Eczacıbaşı belgeselini hazırlarken tanışmıştık.48 yılı birlikte geçirdiği adamı anlatmıştı; "50yi tamamlayamadık" diye hüzünlenerek...Nejat Beyi bir akşam dedesinin evinde görmüş, beğenmişti.Her pazar, evinin önüne kendisini görmeye atla gelen bu "filiz gibi delikanlı"yla evlenmeye karar vermişti.Düğün günü dedesi, "Son torunum evleniyor, ben bu akşam içeceğim" demiş, babası ona eşlik etmiş, kendisi de sofraya ilişmişti. Sonrasını hatırlamıyordu. Ertesi gün duşun altında ayıltıp düğüne zor yetiştirmişlerdi.Bu kez de düğün yemeklerini
Ameliyat için gittiği Amerikada bir göğsü alınmıştı.Döndükten 11 yıl sonra beyin kanaması geçirdi. Beyninde de tümör vardı. Peş peşe geçirdiği iki ameliyatın ardından komaya girdi ve kurtarılamadı.Gazetedeki fotoğrafında, elinde bir ayıcıkla gülümsüyordu."Ayıcık", kendisi 4 yaşındayken vefat eden annesinin armağanıydı.Arda, oyuncak ayısını 51 yıl boyunca hiç yanından ayırmamıştı.Karacaahmete gömülürken, ayıcığını da yanında toprağa verdiler.* * *Burada Ardayı anmamın nedeni, 11 yıl önce Amerikaya ameliyata giderken yazıp eşine bıraktığı ölüm ilanı...Ecel, beklediğinden geç gelmiş, ama boşandığı eşi vasiyete uyup kendi kaleminden vefat ilanını gazetelere vermiş.İlan şöyle:"Şu anda Tanrıya teslim etmiş olduğum ruhumu, ömrümce tüm sevdiklerim için mükemmeliyetçilik adına çok hırpaladım.Kendimi sevecek ve özgürlük tanıyacak vaktim olmadı.Bilmem o çok uğraş verdiğim özel biri olabildim mi?Rahatsızlık vermekten her zaman çekindiğim sizleri bugün (..) beni uğurlamanız için bekliyor, hepinizi çok seviyorum."İlanın köşesinde küçücük bir fotoğraf var:Nazan Ardanın ayıcığının fotoğrafı...* * *Metni okuyunca bunun bir vefat ilanından çok pişmanlık beyanı olduğunu düşündüm.Başkalarını mutlu
Hani şu cep telefonu yanında olmadığında fermuarının açık olduğunu fark etmişlere özgü bir telaşla ceplerini döve döve arananlardan?..Bir süre telefon çalmadığında "Bir sorun mu var?" diye merakla aletin ekranına bakanlardan?..Yemekte, yatakta, tuvalette lüzumlu lüzumsuz, yerli yersiz ve dur duraksız konuşup yemeği, yatağı, haceti kendine zehir edenlerden?..Hem cepsiz yaşayamayacak kadar bağımlı hale gelip hem bu bağımlılıktan şikayet edenlerden?.. Tatile cep telefonu, dizüstü bilgisayarı ve çocuğun atari koleksiyonuyla gidenlerden...Öyleyseniz, kendinizi iyi hissetmek için Açık Denize gidin:Bu düşük bütçeli film, telefon bağımlılığınızı kutsayıp yakınmalarınıza son verebilir.* * *Aynı anda iki telefonla birden görüşüp evin içinde bile birbirleriyle cep telefonundan haberleşecek kadar işkolik olmuş, tipik Amerikalı bir çiftin hikayesi Açık Deniz...Yine cır cır öten telefonlara cevap yetiştirerek Karayiplere tatile gidiyorlar.Niyetleri dalmak ve okyanusun dibinde kenti, ofisi unutmak..."Dalıyorlar", ama ne yazık ki, onları bir turist kafilesi eşliğinde dalmaları için açık denize götüren kaptan da "dalıyor" ve bu ikiliyi okyanus ortasında unutup dönüyor.Film bundan sonra
"Bu yeni kuşak bizler gibi değil. Öyle uzun boylu düşünce tartışmaları yapmaya fırsat bulamadılar. Üniversite özgürlüklerini yaşamanın ne olduğunu bile anlayamadan kendilerini eylemin içinde buluverdi çocuklar... Örneğin Beethoveni doyasıya dinleyemediler. Eisensteinın filmlerini, Pudovkinin filmlerini rahatça seyredemediler. Bir resim sergisini şöyle içlerine sindire sindire gezemediler. Önemli değilmiş gibi görünür, ama yahu bu çocuklar doğru dürüst aşık bile olamadılar".* * *Deniz Gezmişten 30 yıl sonra, aynı geleneğin temsilcilerinden Taner Akçam, bir söyleşimizde Denizlerden devraldıkları mirası anlatırken şöyle diyecekti:"Cinsel özgürlük, 68li ağabeylerimizin yaptığı en önemli kültür devrimlerinden biriydi. Cinsel ilişki için evlilik şartı aramayacak kadar özgürlükçüydüler. O sayede biz üniversitede bu konuda çok özgürdük".Peki sonra ne oldu da bu özgürlük yitirildi?"Hareket büyüyüp halkımızla tanıştıkça onun değerlerine de sahip çıkmaya başladı. Aslında değerler dediğim, şehirli küçük burjuva kültürünün ürünü bir namus bekçiliğiydi. Ama gizliliğe dayalı örgütsel ilişkiler açısından da evliliğe örgütün karar vermesi fikri makul görünüyordu. Böylece çocuklarının evliliğine
Bu cilalama işlemi, vazoyu hem güzel gösterir hem de onu dış etkilerden korur. Ancak üzerini kaplayan sır bir kez döküldü mü, vazo çirkinleştiği gibi narinleşir de...Devlet vazosunun da "sır"rı dökülüyor bugünlerde... Ve o da çatlayıp çirkinleşiyor. * * *Dikkat ettiniz mi, ne zaman devletin kirli çamaşırları ortaya saçılsa devreye aynı sözcük giriyor:"Devlet sırrı..."Bazı kamu görevlilerinin kirli ilişkilerini belgeleyen MİT raporu "devlet sırrı"ydı.Tansu Çillerin, Başbakan iken örtülü ödeneği nereye harcadığı da "devlet sırrı"ydı.Susurluku ifşa eden Başbakanlık Teftiş Kurulu raporunun bazı sayfaları da "devlet sırrı" gerekçesiyle gizli tutulmuştu.* * *Milliyetin birbiri peşi sıra patlattığı haberler yargı ile yürütme arasındaki çirkin işbirliğini sergiledi.Mafya babası Alaattin Çakıcının adamlarına tamir ettirdiği yazlığının müteahhidine Çakıcının tutuklanacağını haber veren Yargıtay Başkanı Eraslan Özkaya, MİT yetkilileriyle yaptığı görüşme için şöyle diyor:"Çakıcının dışarı gitmesini istemiyorlardı. Cezaevine girmesini de istemiyorlardı".MİT, rakip çeteyle dalaştığı için ceza yiyen Çakıcının içeri girmesini istemiyorsa, vardır bir bildiği...Ne de olsa Çakıcı, "kendi
"Uyuşamayız, yollarımız ayrı / Sen ciğercinin kedisi, ben sokak kedisi / Senin yiyeceğin kalaylı kapta, benimki aslan ağzında / Sen aşk rüyası görürsün, ben kemik. / Ama seninki de kolay değil kardeşim, kolay değil hani; / böyle kuyruk sallamak Tanrının günü...* * *Aktüelde "Kötü Kedi Şerafettin, Garfielda Karşı" yazısını okuyunca bu şiir düştü aklıma...Bülent Üstünün efsane çizgi kedisi Şerafettinin fanatiklerindenim. Onu neredeyse doğumundan beri izlerim.Atkuyruklu bir 68li olan "babası" Tonguçun, yine roman için eve kapandığı bir sıkıntılı günde, banyo döşemesinde unuttuğu istimna artığına oturan bir kediden, "yarı insan - yarı tekir" bir mahlukat olarak dünyaya gelmiştir "Şero"...Asabi, psikopat, arsız, belalı, tembel, küfürbaz, alkoliktir.Tarumar bir evi olmasına rağmen onun asıl mekanı "manita çitlediği" ve şehre bakıp demlendiği Cihangir damlarıdır.Lombaktaki son macerasında oğlu Tacettine çapkınlık dersi verirken, tecavüzcülerin elinden kurtardığı bir Siyama 69 öğretiyordu.* * *Garfielda gelince...26 yaşına gelmesine rağmen onu hiç okumadım, ama son filmini seyrettim. Ve itiraf edeyim ki, hiç hazzetmedim. Tam bir Amerikalı obez... Ömrünü televizyon karşısında tembel tembel
"Yüreği ağzına gelir tabii" demişti Semiha Berksoy...Son söyleşimizde o ilginç geceyi öyle heyecanla anlatmıştı ki, 94 yaşında vefat ettiği bu hafta, onu bu anıyla uğurlamak istedim.* * *1934 Haziranı...Türkiye, İran Şahı Rıza Pehleviyi ağırlamaya hazırlanıyordu.Atatürk hem Türk - İran dostluğunu hem de Türkiyenin çağdaşlaşmasını vurgulayan bir etkinlik peşindeydi.Aklına opera geldi; Berlinde, Sofyada özenerek izlediği ve "Bu düzeye ulaşmamız şart" dediği opera...Münir Hayri Beyden bir opera istedi. Konuyu da İranlı şair Firdevsinin Şehnamesindeki Feridun efsanesinden esinlenerek kendisi buldu.* * *Eser Adnan Sayguna ısmarlandı.Saygun panikledi. Önünde bir ay vardı; elde ise ne beste, ne solist, ne koro, ne orkestra...Derhal oyuncu arayışına girişti ve Münir Hayri Beyi, İstanbulda Lüküs Hayatta oynamakta olan Semiha Berksoya gönderdi.Berksoy, librettoyu trende okudu. Anadolu kızı Ayşe rolündeydi. Ankarada Lozan oteline yerleştiler. Halkevinde provalar başladı. Atatürk, önce zevkine güvendiği bir yabancı büyükelçiyi, sonra birkaç dostunu gönderdi ve nihayet 12 Haziranda "ekibi imtihan etmeye" bizzat geldi. Berksoy İngiliz kornosu eşliğinde köy şarkısını söyledi. Prova bitince