Bakmayın hatırlarmış gibi anlatmama; okuyup dinledim sonradan...Dereydi evimizin önü...Yaz akşamları söğütlerin cilveyle saçlarını salıverdiği o nazlı derenin, her yağmurun ardından nasıl hırçın bir çağlayana dönüştüğünü daha sonra ben de görecektim.Ama kızmadım iki ruhlu, lağım kokulu İncesu Deresine; zıbınlarımı hiç giymeden, oyuncaklarımı el değmeden alıp götürdü diye...Bebekliğimin balayını - annemin deyişiyle - beşik yerine bir çamaşır sepetinde geçirmeme neden olduğu için yüz çevirmedim ondan...Anladım derdini sonradan...Ve hak verdim, sele dönüşen öfkesine...* * *Çaylar, dereler, nehirler cennetiymiş kentim bir zamanlar... Coşkun sular, bereketli bahçelere dokuna dokuna şehri bir baştan bir başa gezer, değdiği yerlerde yaban gülleri açtırarak serin, sulak bir yaşam havzası yaratırmış.Sonra biz gelmişiz; çimentolarımız, betonlarımız, kondularımızla asırlık nehir yataklarına serilmişiz. Boğmuşuz deltaları... bitki örtüsünü delik deşik etmişiz.Taşkın yağmur sularını tepelerde sünger gibi emen yeşillikler budandıkça; sel, otlara, ağaçlara tutunamadan yürüyüp inmiş kent merkezine; hıncını yoluna çıkan binalardan, insanlardan almış.Kenti, ülkeyi yönetenler, "Derelerin yolunu
Unutturmak hükmedenin tuzağıydı ona göre... Zalim, hafızayı körelterek zulmedebilmişti bunca zaman... O halde zulme uğrayan unutmamalıydı... daima hatırlamalı... hatırlatmalı...Konuşma bittiğinde, akademisyen uçağa yetişmek için çıkarken, hicranı kır sakallarına sinmiş bir yorgun adem yanıma geldi:"İyi diyor da beyim" dedi, "Biz buralarda unutmasak yaşayamayız ki..."* * *Büyük depremin 5. yıldönümü bugün...Dünkü Milliyette "17 Ağustosu unuttuk" başlığı vardı.Facianın her yıldönümünde gazeteler, uzmanların ağzından "Tehlike geçmedi. Her an tekrarlayabilir" haberleri yapıyor, "Unutma, unutturma" kampanyaları açılıyor.Ama nafile!..Hafıza, toz bulutuna yakalanmış gözkapağı refleksiyle kapanıyor, canının yanacağını hissedince...* * *Yarattığı heyecanla "Bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmayacak" zannettiren Susurluku da unuttuk.Dillere persenk olmuş "12 Eylül öncesi"ni de...Şimdi Güneydoğunun canlar, ocaklar yakmış silahlarını gömüyoruz hafızamızın kanlı toprağına...Tıpkı unutmaya hazır bir kadının, eşinin ihanet haberlerini, bellek denen uçurumun en derinine gömmesi gibi...* * *"Hafızanın ihaneti" mi bu?"Himmeti" belki de...Toplum sorunlara çare üretemiyorsa, kolektif hafıza
Sevdiği adam hapisteydi. Annesi hastanede... Kendisi dışarıda... yalnız ve yoksul...Yılbaşı geliyordu.İçerdeki eşine bir hediye götürmek istedi.Ama ne?Düşünürken, dâhiyane bir fikir geldi aklına...Hemen ithal mumlar satan bir dükkâna koştu. Oradan bir çift mum aldı.Mumlardan birinin üzerinde salıncakta bir kız resmi vardı....diğerinin üzerinde ise salıncakta bir oğlan...Kızlı mumu alıp evlerinin bir kenarına dikti. Diğerini güzelce paket etti.31 Aralık günkü görüşte paketi sevdiği adama verdi.Verirken de tembihledi:"Bu mumun bir eşi de bende... Gece saat tam 12.00de, birlikte yakalım mumlarımızı... O an, birbirimizi düşünelim. Bir dakika sonra birlikte üfleyip söndürelim."Öyle yaptılar.Böylece yılbaşını "birlikte" kutladılar.Sonra öyle temsili bir hatıraya dönüştü ki kızlı-oğlanlı mumlar, her yılbaşı aynı ritüeli tekrarladılar.Mumlar çok yansa ilişkileri tükenecekti sanki...İdareli kullandılar.O mumlar, hâlâ evlerinde başuçlarında duruyor şimdi...* * *Sahne 2:Kadın, eşinin içerden gönderdiği gömlekleri, çamaşırları güzelce yıkadı, ütüleyip üst üste sıraladı.Sonra beyaz bir kağıt şu notu yazdı:"28 Mayıs 1925. Seni seviyorum."İkiye katladığı beyaz kâğıdı temiz çamaşırların arasına
İyi evlat, iyi öğrenci, iyi asker, iyi yurttaş koşulsuz "Evet" derdi.İtiraz ihanetti.Lüzumsuz "Evet"lere bir ömür verdiğimden midir nedir, Milli Eğitim Bakanlığının yeni müfredat tasarım kitaplarında en sevindiğim şey, ilkokul çocuklarına "Hayır deme becerisi" kazandırma çabası oldu.Bir Hayat Bilgisi dersi düşünün ki, 2. sınıftan başlayarak "Evet/ Hayır" oyunuyla çocuğa istemediğini yapmama özgürlüğünü öğretiyor.İlk aşamada "suçluluk duymaksızın hayır diyebilme"yi..."Hayır, çünkü..." diye itirazının nedenini dillendirebilmeyi..."Hayır, ama..." diye reddettiğinin alternatifini sunabilmeyi...* * *Bitmedi.Sonraki etkinliğin adı "Kızma birader"...Farklı görüşe tahammül eğitimi...Kitapta örnek bir aile var: "Hoşgör ailesi..."3. sınıf Hayat Bilgisi, "Ortak ve farklı yanlarımız"ı öğreterek başlıyor."Benzemez kimse sana" şarkısını dillerde gezdiren ülke, "Herkes birbirine benzeyecek" komutuyla yıllar harcadıktan sonra şimdi çocuklarını "Kimse benzemez bana" ünitesiyle eğitiyor.Bu altyapı, 4. sınıfta Sosyal Bilgilerle destekleniyor.İlk derste "Farklılıklarımız bizi eşsiz ve özel yapar" fikri işleniyor."Ben 73 milletle beraberim" diyen Mevlanadan hoşgörü hikayeleri anlatılıyor.6., 7. ve 8.
Alışverişte kredi kartı kullananların oranı yüzde 42...Yüzde 7sinin parası faizde; yüzde 36sı ise dövize yatırıyor. Sizce Siirtte Nakşibendi müritleri alışveriş yaparken marka gözetiyor mudur? "Evet gözetirim" diyenlerin oranı yüzde 45... Yeni Şafakta yayımlanan "Güneydoğuda Nakşilik" araştırması, dergahlardaki büyük değişimi ortaya koydu.Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Sosyolojisi Bölümünden Dr. Muhammet Çakmak, Nakşiliğin Halidi kolunun yaygın olduğu Elazığ ve Siirtte 5 yıl çalışarak bir doktora tezi hazırladı. Sosyopolitik tarihimizde özel bir yeri olan ve pek çok grubu, partiyi, lideri etkileyen Nakşibendiliğin şaşırtıcı bir kabuk değişimi yaşadığını belgeledi. Güneydoğuda Nakşilik Araştırmaya göre Nakşi müritlerin çoğu kentli... İmam hatip mezunu olan az. Her 3 müritten biri memur; 3te 1i yüksek tahsilli...Bu "şehirli" karakter yanıtlara yansıyor:Mesela katılımcıların yarısı "Şeyhe kesin itaat"i savunurken, yüzde 6lık bir kesim "Şeyh eleştirilebilir" diyor.Müritlerin çoğu düzenli ibadet yaparken yüzde 28i "bazen" yüzde 6.3ü ise "nadiren" ibaret edebiliyor. Tarikat ayinlerine katılım düşük. Yüzde 44ü "ara sıra" katılıyor, yüzde 17.6sı ise "Hiç katılmıyor"."Bir
Yani olağandışı...Televizyonların kullanmaya bayıldığı deyimle "Sıra dışı"...Ne yapmış "sıra dışı çocuk"?Gece barda mikrofonu kapıp sevdiği kıza şarkılar söylemiş. Bir de kızın evinin karşısındaki duvara "Seni seviyorum" yazmışmış.Türkiye yıllar yılı öyle esaslı bir "sıra"ya sokuldu ki, şimdi zavallı bizlere en ufak farklılık "sıra dışı" görünüyor.Tenis oynayan bakan da, ceketsiz dolaşan başbakan da, özel hayatından dem vuran yazar da, arsız sözler yazan kırmızı saçlı popçu da "uçuk kaçık" sayılıyor.* * *Bu ayki National Geographicte bir antropologdan söz ediliyordu.Frances Berdan kafayı Azteklerin tüy mozaiklerine takmış. Dini temalı bu mozaiklerde kullanılan papağan tüylerini, zarar görmeden kağıt zemin üzerine sabitleyen tutkalın formülünü çözmeye çalışıyormuş....tam 8 senedir...Sonunda 16. yüzyıl İspanyol tarihçilerinin yazıları arasında birkaç tutkal tarifi bulmuş. Bu tarifleri tek tek uygulamış. En iyi sonucu nadir bir tür orkide vermiş.Formül şuymuş:Orkidenin kökleri dilimlenip güneşte kurutuluyor, öğütüldükten sonra suda kaynatılıyormuş. Elde edilen macun, günümüzün ahşap tutkalının yarısı kadar güçlüymüş. Bu formül sayesinde Aztek tüy mozaikleri günümüze kadar
19luk genç, Santiagoda adı kötüye çıkmış bir kabareye gitti.Salon, muhabbet tellalları ve kabadayılarla doluydu.Birden tango kesildi. İki serseri sahneye atlayıp tekme tokat birbirine girişti.19luk delikanlı - nasıl bir cesaretle bilinmez - sahneye fırlayıp kavgacılara bağırdı:"Pis serseriler! Buraya sizi seyretmeye değil, dans etmeye geldik".Bıçaklı serserilerden biri gencin üstüne yürüdü. Bizim sıska ilk yumrukla gerileyip kapıya yapıştı. Şimdi celladının önünde yapayalnızdı. İşte o anda adamın vahşi hayvan gibi açılmış gözlerinin rengi değişti. Avına dikkatle bakıp sordu:"- Siz Pablo Neruda değil misiniz?""- Ta kendisi" dedi genç adam...Serseri, başını önüne eğdi:"Ne boyu devrilesice herifim ben... Deli gibi hayran olduğum şairle dövüşüyorum".Kadın satıcısıydı. "Bizler aşağılık herifleriz, ama sizin mısralarınızı ezbere biliriz" dedi ve okumaya başladı:"Dizlerine oturmuş bir çocuk derinliklerinden bizi süzüyor / benim kadar hüzünlü..."* * *Ne sahne!..Neruda belki bunları yaşadığından "Benim hayatım, bütün hayatlardan oluşmuş bir hayattır" diye özetleyecekti yaşamını..."Yaşadığımı İtiraf Ediyorum" (Milliyet, 1998), bir şairden çok bir siyasal eylemcinin anıları gibiydi."Istırap
Terörün barbar yüzü ekranda bütün çıplaklığıyla görünse de teröristlerin yüzü görünmüyordu.Aralarında Türkçe konuştuklarına göre "tanıdık" olma ihtimalleri büyük... Ama ekranda görünmeyen zanlılar arasında bana daha "tanıdık" gelenler var.* * *Sayalım:Su tesisatçısı Murat Yüce, Fellucede Amerikan üssü inşa eden bir Ürdün şirketinin Türk taşeronu Bilintur firmasında çalışıyormuş.Şirket, Amerikalıların temizlik işlerini yapıyormuş.Tepe grubuna ait bu kampta çamaşır suyu bitmiş.Aslında kamptaki Amerikalıların kantininde çamaşır suyu varmış, ama oradan Türk işçilerinin alışveriş yapması yasakmış. Şantiye şefi, - görevi olmadığı halde - Muratı çamaşır suyu almaya başka bir kampa göndermiş. Gönderdiği kamp 230 kilometre ötedeymiş.Murat gitmiş ve geri dönmemiş.Merak ediyorum: Acaba katil kim?* * *Cinayetten sonra Uluslararası Nakliyeciler Derneği, Iraktaki Amerikan birliklerine mal taşımayı durdurdu. Buna karşın Ro - ro Gemi işletmecileri ve Kombine Taşımacılar Derneği, "Devam" kararı aldı.Dernek Başkanı Saffet Ulusoy "1 - 2 kötü hadise olabilir. Ölen ölmüştür" deyip Irakın ihracat ve taşıma açısından 3 - 4 milyar dolarlık bir pazar olduğunu hatırlattı. "Bu para karşısında 1 - 2 canın