Sevgili Hırant, Hani bizim alfabe kitaplarının ananevi "Ali topu at" şablonuna atfen demiştin ya;"Yahu ne var, bir de Agop atıversin şu topu" diye...Bak o gece çıktı Athena; Türkiyeyi temsil etti; cıvıl cıvıl, neşeyle...Kimsecikler de sormadı, "Bu çocukların dini ne, mezhebi ne?"İzlerken sen geçtin aklımdan; "İşte" dedim, "...alfabeden başlayamadık ama attı bir top sizinkiler de..."* * *Bakma, çıktı yine birkaç zirzop; "Ne işi var bunların sahnede?.. Vatan benim, kimselere sevdirmem" diye..Ama bilirim, aldırmazsın sen; tanırsın onları; bilirsin bu halkın yüreğindekini seslendirmediklerini...Sen değil miydin, çok üstüne geldiklerinde "Evet gözümüz var toprağında bu vatanın" diye isyan eden..."Gözümüz var ama..." demiştin;"...koparıp götürmek için değil, en dibine gömülmek için..."* * *Bu gömülme hikayesinin aslını da senden dinlemiştim.Fransada yaşayan yaşlı Ermeni kadın, sık sık, Türkiyeye gelir, ata toprağı Sivasın Deliilyas köyüne gidermiş. Köyde kalan tarlalarını gezer, yakınlarıyla buluşur, söyleşirmiş.Köylüler ona "Mercan Ana" dermiş.Bir gün, "Topraklarından yol geçecek" diye çağırmışlar köye...Mercan Ana, 80 yaşın yorgunluğuyla kalkıp gitmiş Deliilyasa... Gidiş o
O kampustan öbürüne koşturmaktan bitap düşeriz.Gençlerle buluşur söyleşiriz.Son yıllarda buna bir de ödül geleneği eklendi. Üniversitelerde kurulan çeşitli kulüpler, öğrenciler arasında anket yapıyor ve "Gençlerin favorileri"ni seçiyor.İftiharla söylemeliyim ki, anketlerin "En beğenilen köşe yazarı" kategorisinden çoğunlukla kulunuz çıkıyor.Bu yıl Yıldız Üniversitesinin ödülüyle açtık sezonu...Ardından İstanbul Teknik Üniversitesinin ödülü geldi.Sonra Ankara Gazi ve Bilkent tarafından ödüllendirildik.Mekteb - i Mülkiye, "gazetecilik" alanındaki ilk ödülünü Siyasala yaraşır bir törenle verdi.Boğaziçi Üniversitesi, hem köşe yazarı, hem yazar dalında iki ödülle sevindirdi.Ve nihayet önceki gün Beykentin ödülü geldi.***Bu üniversitelerin her birine ve her birinde oy verenlere buradan teşekkür etmek isterim.Gençlerin tercihini yansıtan bu ödülleri, destek olarak yorumluyor ve çok önemsiyorum.Yalnız bunca ödülü almış olmanın, (aksi halde, "alamadığından eleştiriyor" denilebilirdi) bana o ödüllere ilişkin eleştiri yapma hakkı verdiğini de umuyorum. Geçenlerde yine bir ödül için gece yapılacak törene çağırdılar."Üniversite gece açık oluyor mu?" dedim şaka yollu..."Tören üniversitede değil
Celal Bayarı 4e doğru uyandırdılar.Şehirden silah sesleri geliyordu. Üç tank, Köşke doğru tırmanıyordu. Çankayayı koruyan iki uçaksavardan biri, yönünü Köşke çevirmişti.Cumhurbaşkanı acilen giyindi. Olanları tahmin etmişti. Yazı masasının çekmecesinde sakladığı, üzeri nikelajlı tabancasını ceketinin cebine yerleştirdi.Pencereden bakınca çamların arasından tankları gördü.Namlularını kendisine çevirmişlerdi.Hemen balkona çıktı; Muhafız Alayı Komutanını çağırdı:"Kumandan Bey, bu tanklar niçin gelmiş? Muhafız Alayında bunlardan var mı?" diye sordu.Kumandan, "Hayır yok" cevabını verdi. Oysa vardı.Bayar, durumu öğrenmesi için Köşk kapısına bir üsteğmen yolladı.Üsteğmen az sonra döndü:"Tankların başındaki yüzbaşı, Muhafız Alay Komutanının emrine girdiklerini söylüyor" dedi.Bayar, yanındaki alay komutanına döndü.Her şeyi anladı.Kendisini korumakla görevli o albay da ihtilalcilerdendi.* * *Eli, ceketinin cebindeki Revolverdaydı. Uyanıp gelen eşiyle çocuklarını üst kata yolladı.O sırada Köşke giren bir tuğgeneral, yanındaki Harbiyelilere "15 dakikaya kadar dışarı çıkmazsak Köşkü yerle bir edin" diye bağırdı.Bütün ülkede yönetimi askerler devralmış, sıra "son kale" Çankayaya
Mozart pembe, Bizet kırmızı, Beethoven mavi...* * *Başladılar.Artık her gün beraberlerdi. Hoca, küçük öğrencisini kapıda karşılıyor, hemen kucağına oturtup piyano başına geçiriyor ve "Hadi piyanoyla anlat bakalım, bugün sokakta neler gördün" diyordu.Küçük piyanist, trafikteki korna seslerini ya da bahçedeki kuş cıvıltılarını piyanosuyla seslendirmeye çalışıyordu. Karşısında keyifle gülen hocası, bu eğlenceli yöntemle fark ettirmeden bir besteci yetiştiriyordu.Öğrencisi iki yılda Mozart ve Haydn sonatlarını ezbere çalabilecek düzeye gelmişti. Daha ilkokula başlamamıştı bile...12 yaşında konservatuvarın giriş sınavında bir Beethoven sonatı çalarak jüriyi şaşırttı.Hocası burada da yanı başındaydı.Şimdi çok daha hızlı ilerleyeceklerdi.* * *Konservatuvara girdikten birkaç ay sonra, yine bir gün ders için piyano başına geçtiler. Küçük öğrenci, Bachın mi majör 6. Fransız Süitini çaldı. Ama öyle kötüydü ki hocası "Galiba biraz uydurma çalışmışsın" dedi.Utandı küçük piyanist... Aslında hiç çalışmamıştı.Ertesi gün hocasının ölüm haberini aldı.Soğuk ve yağmurlu bir günde Cebeci Mezarlığına gittiler.İçi, hayatı boyunca üşümeyeceği kadar çok üşüdü o gün...* * *Aradan 16 yıl geçti.Küçük
Bir trapezci için zamanında yakalanamamış bir bilek kadar yakındır o toprak....Bir gladyatörün dalgınlığındadır.Oto yarışçısının virajında...Ölümle enseye tokat bir rabıtayı sürdüre sürdüre, ona karşı kayıtsızlaşmışlardır.Sınır boylarının mayınlı tarlalarını yiğitçe adımlamaktan, ecelle tedbirsiz dalaşmaktan zevk alırlar. Üstüne pervasızca koşarak Azraili ürküteceklerine inanırlar.Bir Rus ruletinde beyni dağıtmayan her tetik sesi, yaşamı biraz daha zevklendirir."Seni öldürmeyen, seni güçlendirir".* * *Ama Azraile kafa tutan, ağır bir mutsuzluğun pençesinde yaşar.Zaafını bilir çünkü... Er geç o zaafın deşifre edileceğini de...Bir gün bir bilek elinden kaydığında, düşman saldırırken daldığında ya da keskin bir virajı döndüğünde sınırı aşacak, beklediği sona varacaktır.Huzursuzluğunun kaynağı bu bilgidir.Herkesin ürktüğü adam, kendi zaafından ürker bir tek...Ve bu, onu mahzun eder.* * *Çok güçlü kişiliklerde karşılaşılan bu gizli başarısızlık korkusuna psikolojide "Aşil (Fransızca Achille) Sendromu" deniliyor. Sendrom, adını mitoloji kahramanı Akhilleustan alıyor. Annesi Thetis, Tanrısal Akhilleusu doğduğunda yaralanmasını önlemek için onu bir topuğundan tutarak Styks Nehrine
19 Mayıs Üniversitesi Mezunlar Derneğinin davetiyle Samsuna söyleşiye gitmiştim.Onu sahilde demirlemiş görünce hevesle tırmandım merdivenlerini; güvertesinde dolandım, kamaralarını gezdim. Ve girişe asılı tabeladan kaderini öğrendim:1878 doğumlu Bandırma, 1925te çürüğe çıkarılıp Haliçte bozmacı İlhami Söke tarafından parçalanmıştı. Demek ki, tarih, henüz Bandırmayı saklamayı düşündürecek denli ilgi alanında değildi 2 yaşındaki Cumhuriyetin...19 Mayısın bayram ilan edilmesine de çok vardı.* * *Tarih, Bandırma gibi, yolcularıyla da - biri dışında - ilgilenmedi pek...İstanbuldan açılırken 19 kişilerdi. Peki şimdi müze - gemide Mustafa Kemal Paşayla toplantı halinde resmedilen o insanlara ne olmuştu?Kaptan, yaver, emir subayı, "silah arkadaşları"?Diğer 18 kişiye sonradan ne olduğunu kaç kişi hatırlıyor?* * *Yıllar önce bir belgesel hazırlığında araştırmıştım o 18 kişiyi...Konuya ilişkin en geniş araştırmayı yapan Dr. Fethi Tevetoğlunun "Atatürkle Samsuna Çıkanlar" (Ank. 1971) kitabında da belirttiği gibi, bir kısmından hiç iz yoktu. Mesela 9. Ordu Müfettişliği Paşa Subayı Üsteğmen Abdullah hakkında ayrıntılı bilgiye rastlanamamıştı.O yolculukta Gazi Paşanın yanında olanların bir
Bu gece CNN Türkte izleyeceğiniz "Yüzyılın Aşkları" belgeseli için Yıldız Kenterle söyleşiye gittiğimde onlarınkinin çok farklı bir aşk hikayesi olduğunu fark ettim.Tanıştıklarında Şükran Güngör 30 yaşındaymış; Yıldız Kenter 28...İkisi de zorlu hayatlardan süzülüp gelmişler. Aşkı, ihaneti, ayrılığı tatmış, yenmiş, yenilmişler."Aşk değildi ilk hissettiğim" diyor Yıldız Kenter:"Düzensiz, kaypak bir yaşamdan sonra güveni, huzuru, hoşgörüyü, anlayışı, saygıyı arayan iki insandık. Bizi bunlar yakınlaştırdı. Aşk, sonradan geldi."İlişkilerinin 46 yıl sürebilmesi bundan mı acaba...?Demini almış iki insanın birbirinde anlayışı, huzuru, saygıyı bulması...İlişkiyi ağırdan alması...Aşka vakit tanıması... Oyun arası nikâh1964te evlenmişler. Çevreden habersiz... Gösterişsiz bir törenle...O gece Pembe Kadında birlikte oynamış, sonra Teşvikiyede bir dost evinde nikâhlanmışlar.Nikâh çıkışı ikisi de ailesinin evine gitmiş yatmaya...Çünkü evlenmelerine karşı çıkan ailelerine söyleyememişler nikâhı...Ertesi gün yine Pembe Kadının sahnesinde buluşmuşlar. Bu, uzun süre böyle devam etmiş. Tam 46 yıl birlikte yaşadılar; evde, sahnede, stüdyoda, sette... Şimdi Şükran Güngör, Turgutreiste yatıyor. Mezar
Doğumhane kapısındakine benzer bir heyecanla beklersiniz matbaada... İsmini koymuşsunuzdur; kokusunu, rengini merak edersiniz. Onu ilk kez elinize alıp dokunduğunuzda bütün sıkıntılara değdiğini hissedersiniz.Sonrası uykusuz gecelerdir; el emeği, göz nuru, alın teri...Heyecanlar, düşler, düşkırıklıkları... Onca emeğe karşın bir kelebeğinkinden azdır ömrü...Bir gece yarısı doğar; alacakaranlıkta henüz mürekkebi kurumadan dağılır sayfaları dört bir yana... Bir sabah kahvaltısında buluşur okuruyla...Sonra... Daha 24 saatini doldurmadan ömrünün, yaşlı bir kağıt parçasıdır artık... Son sayfası çevrildiğinde ya bir ayakkabı dolabında çamur emiyordur, ya bir pilav tenceresinde buhar... Kapandığında da bir vefat ilanı olsun verilmez ardından... Bir vardır, bir yok olur. Arayan soran zor bulunur.*** 7.5 aydır yayın yönetmenliğini yaptığım Milliyet Popüler Kültür kapandı.34 hafta ona gönül, emek, zaman verdik. Ondan güç, moral, heyecan aldık. Gazete yönetiminin güveniyle işe koyulurken hedefimiz basitti:Popüler kültür, giderek hayatımızı esir alıyordu. Ve bu salgın karşısında yapılacak iki şey vardı:Müptelası olmak ya da hiç aldırmamak...Biz ikisinin de yanlış olduğuna inanıyorduk. Hem