<#comment>#comment>Önceki gün Meclis'te, TOBB zirvesinde, meydanlarda "Başbakan istifa" seslerinin yükseldiği saatlerde Ecevit, bu sesleri duymayacağı bir yerde, Or -An'daki evindeydi.
Dışarıda kriz, başıboş bir yangın gibi sokağa dökülürken o, uzun süredir fırsat bulamadığı bir şeyi yaptı:
Öğleye kadar evinde kaldı.
Penceresinden ODTÜ'nün çam ormanını ve gölü gören bu huzurlu apartman dairesi, bunalım anlarında hep Ecevitler'in sığınağı olmuştur.
Bülent Bey, dış dünyanın ruhunda yol açtığı tahribatı o sığınağın duvarlarını boydan boya kaplayan kütüphanesinde onarmıştır.
<#comment>#comment>Dostoyevski'nin hayatını değiştiren olay neydi biliyor musunuz?
Kendi idam sahnesi...
Çar'ın baskı döneminde, arkadaşlarıyla bir sohbet grubu kurmuştu. Yakalandı. 28 yaşında idam isteğiyle yargılandı.
Mahkemenin sonucunu beklediği gece hücresinden alındı. Ölüm kararı yüzüne karşı okundu. Papaz günah çıkarttırdı. Gözleri kapalı olarak bir direğe bağlanıp, müfreze karşısına geçirildi.
"Ateş" emrini beklerken gerçek karar bildirildi kendisine...
Aslında mahkeme 8 yıl hapis vermiş, Çar bunu 4 yıla indirmişti; ama ona ders olsun diye böyle bir gösteri planlanmıştı.
<#comment>#comment>Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya anılarında (Taner Baytok, "Bir Asker Bir Diplomat, Doğan, 2001) 1996'daki ünlü "rakı krizi"ni anlatıyor.
Yüksek Askeri Şura'dan sonra Başbakan Erbakan komutanları yemeğe davet etmiş. Mönüde portakal suyu var. Erkaya rakı istiyor. "Yok" diyorlar. Üsteliyor Erkaya; garson gidip soruyor, "Maalesef" diye geri dönüyor. Bunun üzerine komutan, emir subayını görevlendiriyor. "Rakı yok, ama komutan çok ısrar ediyorsa bir yerden bulabiliriz" diyorlar. Komutan "çok ısrar ediyor". Sonunda rakı peçeteye sarılı olarak geliyor. Erkaya kadehi peçeteden azad edip "Böyle daha güzel görünüyor" diyor ve basına öyle poz veriyor.
Yemekten sonra Genelkurmay Başkanı Karadayı'nın arayıp, "Aferin Güven çok iyi yaptın" dediğini naklediyor Erkaya...* * *Alkol üzerinden bir siyasi tarih yazılsa ne ilginç olurdu kimbilir... Tarih sofrası, bu türden "alkollü simge savaşları"yla doludur çünkü...
En çok içen padişahlardan 4. Murad, kahvehaneleri, meyhaneleri yıktırmış içkiyle tütünü yasaklamıştı. Sarhoşluğun cezası idamdı. Geceleri tebdil - i kıyafet sarhoş avına çıkar, bazen yakaladıklarını bizzat öldürürdü.
Bir
<#comment>#comment>Bir iktidarın ömrü, çevresindeki güvenliğin yoğunluğuyla ters orantılıdır:
İkincisi arttıkça, ilki kısalır.
* * *
Başbakanlık binası, Bakanlıklar'da Ankara'nın eski, yeşillik bir sokağındadır. Gazeteciler yıllardır Başbakanlık'taki gelişmeleri o binanın merdivenlerinden izler.
Her iktidar, basınla balayını o merdivenlerde yaşar.
<#comment>#comment>Eskiden "Nasılsın" diye sorulunca şöyle cevaplar alınırdı:
"Turp gibiyim", "Bomba gibiyim", "Pelte gibiyim" vs...
Bugünlerde en gözde cevap şu:
"Türkiye gibiyim..."Ülkenizi nasıl görüyorsunuz, bu yanıtı verenin haline o teşhisi koyuyorsunuz; ki bugünlerde bu cevap hemen herkes için "berbat haldeyim" anlamına geliyor.
* * *
Siz yabancı sayılmazsınız; itiraf edeyim ki ben de bugünlerde "Türkiye gibiyim".Herkes bize krizi anlatıyor, ben de biraz size bizim krizden dert yanayım:
<#comment>#comment>Kemal Derviş'i pazar sabahı Kavaklıdere Tenis Kulübü'nün kortunda yeşil şort, gri eşofman üstü ile double maç yaparken ve etkili back hand'leriyle rakiplerini çökertirken görünce çok sevindim.
Sadece o gün aynı kortta maçı olan bir tenissever olarak değil; aynı zamanda, herkesin mesleği dışında da ilgi alanları olması gerektiğine inanan bir insan olarak.
Ülkenin geleceğine, siyasete, ekonomiye, diplomasiye hükmedenlerin, gerilimlerini azaltacak, beyinlerini açacak, yaratıcılıklarını pekiştirecek uğraşları yoksa, sanatla, bilimle, sporla, doğayla, kısacası hayatla ilişkileri kopuksa, hayatımıza sağlıklı bir şekilde yön vermeleri beklenebilir mi?
* * *
<#comment>#comment>Geçenlerde GfK Panel şirketi tarafından yapılan bir anket, gençlerin kendi aralarında özel bir dil yarattıklarını ortaya koydu. Araştırma için 11 kentte görüşülen 15 - 24 yaş arası 1000 genç, en çok şu kelimeleri kullanıyorlardı:
"Kanka... sazan... kafayı yemek... kopmak... keklemek... kıl olmak... abidik gubidik... aganigi naganigi..."Korkarım çoğunuz anlamadınız.
İşte köşemiz, bu dil bariyerinin yaratabileceği nesiller arası kopukluk tehdidine karşı müteessir bir tedbir olarak, bu kelimelerin manalarını yayımlıyor:
Kanka: "Kan kardeş"in kasıltılmışı; yakın arkadaş, dost anlamında.
Sazan: Kolayca aldatılan, saf kimse.
Kafayı yemek: Dengesiz davranışlarda bulunmak.
<#comment>#comment>CNN'in ünlü savaş muhabiri Peter Arnett, cephe anılarını yazdığı kitabında (Savaş Alanından Canlı Yayın, İletişim, 1999) Associated Press (AP) muhabiri Cong La'nın öyküsünü anlatır.
Cong La, Vietnam savaşında fotoğraf çekebilmek için bir hendeğe tırmandığı sırada kurşun yağmuru altında kalmış, kamerayı tutan kolu delik deşik olmuştur. Kan kaybından bayılmadan önce bir askeri yanına çağırıp, (Hayır, ambulans çağırmasını değil) kendisinin fotoğrafını çekmesini ister.
Bu olaydan sağ kurtulacak, ancak daha sonra bir Vietkong saldırısında gırtlağından kurşunlanarak öldürülecektir.
Arnett şöyle yazar:
"Savaşta bir asker öldüğünde geride kalanlar, onun onuru ve ülkesi adına kendini feda ettiğini düşünerek teselli bulabiliyorlardı. Bayrağa sarılı naaşı, askeri törenle son yolculuğa uğurlanıyordu. Bizse kendi ölümüzü kendimiz derleyip topluyor, bir yük uçağıyla evine yolluyorduk."* * *Kerem'inki de böyle olacak muhtemelen...
Göcek'ten koşan annesi, Paris'ten yetişen babası, Brüksel'den gelen ablası Priştine'deki hamile eşiyle buluşup, bu uzak Balkan toprağına sessiz sedasız defnedecekler genç bedenini...