Not 1 - Burası Afganistan ya da Irak değil.
Bunlar “nispeten” Batılı insanlar.
Avrupa’da bir kente seyir füzesi atılıyor.
Sarışın, mavi gözlü insanlar bunlar.
Her gün sokaklarda rastladığımız bizim gibi insanlar.
Burası gelişmekte olan bir ülke değil.
Bu sözleri Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı sırasında Ukrayna’dan ya da sınırdan yayın yapan Batılı gazeteciler canlı yayınlar sırasında söyledi. Bunlar basit birer dil sürçmesi değil elbette. Bunlar “Freudyen dil sürçmeleri”ndeki gibi kompleks dil sürçmeleri de değildi. Kısacası, bu sözlerin hiçbiri dil sürçmesi değildi.
Not 2
Ivy League diye bir şey var, eminim çoğunuz biliyordur. ABD’nin en iyi sekiz üniversitesinin oluşturduğu bir birlik. Başta bir spor birlikteliği olarak kurulan bu birlik şimdilerde akademik kalitenin de ölçüsü olarak görülüyor. Bu önemli çünkü burada yapılan işler, hem akademik hem sosyal anlamda, bir süre sonra norm haline gelebiliyor. Ivy League aynı zamanda kuruluş adına uygun şekilde bir spor platformu olarak da işlemeye devam ediyor.
Hafta içinde bu ligin yüzme bölümünde yapılan 500 metre serbest yüzüme yarışını Pennsylvania Üniversitesi adına yarışan Lia Thomas isimli bir yüzücü kazandı. Üstelik bu yüzücü en yakın rakibine de bayağı bir fark atarak kazandı yarışı.
Thomas kendisine kadın diyen bir sporcu. Böyle söylemek zorunda kaldım çünkü hayatına Will Thomas ismiyle erkek olarak başladı. Uzun süre erkekler kategorisinde yarıştı. Ardından hormon tedavisine başladı. Sonra kadın olduğunu beyan etti ve kategorisi değişti.
Erkekler kategorisinde pek başarılı bir yüzücü değildi
Çocukluğumdan bu yana Kıbrıs meselesi aklımın hep bir köşesinde kaldı. Kıbrıs’a dair ilk hatırladığım şey o meşum fotoğraf. Bir küvetin içinde üç çocuk ve bir annenin cesedi. Bir de büyüklerimin anlattığı hikayelerden aklımda kalan birkaç anekdot var. Rumların radyolarda çaldığı “bekledim de gelmedin” şarkılarına karşı bir gece ansızın gelebiliriz şarkıları. 60’lı yıllar boyunca gece-gündüz kuzey ufuklarına bakarak Türk savaş jetlerinin görünmesini bekleyen Kıbrıs Türkleri’nin hayal kırıklıkları, Yüzbaşı Volkan çizgi romanında geçen hikayeler… Bir de neden aklıma çakılı kaldığını bilemediğim merhum Rauf Denktaş’ın Türk Mukavemet Teşkilatı’ndaki (TMT) kod adı: Toros…EOKA kısaltmasını ise hiç unutmadım.
Malumunuz TMT’nin ne olduğuna, nasıl bir yapılanma olduğuna dair bu hafta bayağı bir tartışma yaşandı. Mesela EOKA’nın ne olduğunu bilmeyen yoktur herhalde; adayı bir bütün olarak Yunanistan’a bağlamaya çalışan bir terör örgütü. Yunan
Geçen hafta cumartesi günü sabah erken saatlerde kapı çalındı. Açtım, karşımda apartman görevlisi. “Su kesik” dedi. “Depoya da baktım yarısı dolu. Biraz idareli kullanır mısınız?”
“Elbette kullanırız” da dedim kendi kendime de neyin nesiydi bu su kesintisi. Kadıköy Belediyesi’nin duyuru sayfalarına baktım, planlı ya da acil bir çalışma duyurusu da bulamadım. Neyse, günü öyle geçirdik.
Akşam saatlerine doğru apartman görevlisi tekrar çaldı kapıyı. “Abi” dedi “su saatlerini çalmışlar.” Üstelik sadece bizim binanın değil birkaç komşu apartmanın su saatlerini de çalmışlar.
Aklıma hiç oturmadı
“Nasıl ya” dedim, “nasıl su saatini çalmışlar!” Aklıma bir türlü oturmadı o cümle çünkü. Su saati çalmak öyle kolay bir iş değil. Gerçi bizimki dâhil, bahsettiğim binaların su saatleri yapının dışında hatta bir 50 metre kadar uzağında, yola yakın bir yerde. Binadan kimsenin gecenin bir yarısı görmesine imkân yok. Yoldan gelen
Sosyal medyada kendini gösteren insanlara baktığımda gördüğüm şey şu:
Kadın ya da erkek fark etmeden söylüyorum -sanki her iki cins için de bir stereotip var ve herkes ona benzemeye çalışıyor. Bu, fiziksel özellikleriyle öne çıkan bir tip. Birçok ayrıntısından bahsetmek mümkün ama en dikkat çekeni kadınlarda şişirilmiş dudak, erkeklerde ise ince burun. Elbette tek bir tipten bahsetmek pek mümkün değil. Daha çok bir stereotipler çeşitlemesi demem lazım ama yine de toplam sayıları iki elin parmaklarını geçecek kadar çok değil. Bir kere daha hatırlatayım, insanların nasıl göründüklerinden bahsediyorum. Bir de baştan şunu söyleyeyim, kimi görüntüler benim için aşırı derecede itici ve rahatsız edici olsa da, kimin nasıl göründüğü beni zerre kadar ilgilendirmiyor. Kimin nasıl giyindiğine ya da giyinmesi gerektiğine dair söz söylemeyi ayıp sayarım. En fazla “Bana göre değil” der, geçer giderim.
Çünkü nasıl göründüğümüz meselesi bir
Evinizde kaç tane sözlük var?
Benim bayağı var. Başta TDK olmak üzere birkaç farklı Türkçe sözlük, bir adet Osmanlıca-Türkçe sözlük, İngilizce, Almanca sözlükler var kütüphanemde. Bu kadarla kalsa ya! Argo sözlüğü, deyimler ve atasözleri sözlüğü, terimler sözlüğü... Yeter mi? Yetmez. Mitoloji sözlüğü, sosyoloji sözlüğü ve dahası... Şimdi de iyi bir etimolojik sözlük arıyorum (tavsiyelere açığım). Bir işe yarayacağından değil ama kelimelerin arkasındaki hikâyeleri öğrenmekten büyük bir haz alıyorum. İnsanı ve toplumu anlamak için bence çok sağlam bir yol bu. Ayrıca da eğlenceli.
Memleketin onca sorunu varken nereden çıktı şimdi bu sözlük meselesi demeyin lütfen. Memleketin onca sorunu gerçekten var. Fakat bu büyük büyük meselelerle uğraşan ve bu konulardaki fikirlerinin gerek yazılı gerekse görsel basından bizlere bahşeden o kadar çok muhterem var ki ben de eksik kalayım ne olur!
Türk diliyle
Naciye O. (52) İstanbul Küçükçekmece’deki evinde sabah kahvaltısını ederken kapı çaldı.
Kadın kahvaltı masasından kalkıp kapıyı açmaya gitti. O saatlerde torunu ziyarete gelirdi, o yüzden delikten bakmadan ve “Kim o?” diye sormadan açtı. Kapıyı açtığında karşısında yüzü tülbentle kapalı bir kadın gördü. Daha ağzını açmaya bile fırsat bulamadan o kişi bir anda Naciye O.’ya elindeki çekiçle saldırmaya başladı. Naciye O. olayı “Bu beni öldürmeye gelmiş. Devamlı kafama vurdu” diye anlattı sonradan. Yüzü gözü şiş ve morluk içinde ve sol gözü neredeyse kapanmıştı bunları söylerken. Doktorlar kadını tedavi ettikten sonra kafasına 13 çekiç darbesi aldığını yazdılar raporlarına. Naciye O.’nun anlattıklarında iki cümle var ki akıllara ziyan. “Konuşmuyor, bir şey demiyor, başka bir yerime de vurmuyor. Ha bire çekici kafama indiriyordu” cümlesi ve “Kapıyı açtım, kapıya biri yapıştı. Kafası tülbentle sarılı, dolamış kafasına. Üzerinde
Şişhane meydanında belediye binasının önünden dönüp aşağıya doğru devam eden yolun en alt tarafında, turistik bir otelin önünde taksi bekliyorum. Günlerden çarşamba, saat 13.00’ü bir iki dakika geçiyor.
Otelin önünde muhakkak bekleyen bir iki taksi olur. Ama herhalde saat itibarıyla müşteri çok. O yüzden sadece bir taksi var bekleyen ve o da daha ben yanına ulaşamadan otelden çıkan bir çifti alıp hareket ediyor.
Taksinin az önce hareket ettiği noktaya yani otel kapısının birkaç metre önünde beklemeye başlıyorum. Trafik bir hayli yoğun. Aşağı Bankalar Caddesi’ne doğru ilerlemeye çalışan onlarca araç ve içlerinde kızgın, yorgun insanlar... O kadar birbirine girmiş ki araçlar sanki yaramaz bir çocuk oyuncak arabalarını yığmış üst üste.
O hengâmeden kurtulup dönmeyi başaran bir taksiye işaret ediyorum. Durmadan ama iyice yavaşlayarak yanıma yaklaşıyor ve taksici hafif eğilerek yolcu tarafındaki pencereden “Ne tarafa?” diye soruyor. Yüzü olabildiğine sert, ses tonu da öyle. Hafif