Muhalefet, iktidarı istediği gibi eleştirir. Hele “seçim” sürecine girilmişse... Hiçbir yaptığını beğenmeyebilir. Varsa yapılmış bir şey “eksik” görebilir, yaptıklarının altında “çapanoğlu” arayabilir. İktidarı tepeden tırnağa yetersiz bulmak, yetersizliğini kanıtlamak, kendisinin daha iyi yapacağını iddia etmek muhalefetin hakkı ve görevidir.
Aksi halde mevcudiyeti ve mücadelesi anlamsızlaşır.
Eleştirilere matematik veriler bile dahildir.
Ama bu verilerin sadece “azlığı/çokluğu”... Yanlışlığı/doğruluğu değil.
Adı üzerinde, matematik bu... Dört işlem sonucu ortaya çıkmış değerler... Kainatın her köşesinde sabit olması gerekir.
Bir seçim sürecinde farklı matematik değerlerden bahsediliyorsa, seçim stratejileri bu farka dayandırılıyorsa, yandı gülüm keten helva.
Sezar’ın hakkı Sezar’a... Fenerbahçe, Roberto Carlos’un ayrılışında ne kadar “ofsayta” düşüp “parasıyla rezil olduysa” Semih olayında o kadar zekice davrandı!
Evet... Yanlış okumadınız; zekice, planlı programlı.
“Plan” Fenerbahçe’nindi zaten!
Çünkü hedef Semih’in “kendi rızasıyla” ayrılmasını sağlamaktı.
Ayrılması veya “yedekliğinin” hem maddi hem de manevi olarak tescillenip yeni forvet geldiğinde problem olmaması.
Bundan bir ay önce Milliyet’in mutfağına “Fenerbahçe, Semih’i göndermek istiyor” dediğimde şaşkınlık ve şüpheyle karşılanmıştı.
Semih’ten kurtulmaya çalışabilir miydi Fenerbahçe?
Hayır... Türk Futbolu’nun parazitlerden arınması ve şike şerefsizliğinden kurtulması için ele geçen bu tarihi fırsatı kimseye harcatmayacağız.
Düne kadar “duyum” aşamasında kalan ve Almanya’daki arkadaşımız Çiğdem Hızkan’ın becerisiyle “resmi iddianame” düzeyinde kamuoyuna açıklanan şike girişimlerini ve sonuçlarını Milliyet sayfalarında okudunuz; okuyacaksınız.
Var mı tüyleri diken diken olmayan bir Türk vatandaşı?
Hayır...
Midesi bulanmayan?
Hayır...
O zaman; bu fırsatı harcatmayacağız...
Sahi, Roberto Carlos’u neden almıştı Fenerbahçe?.. Almıştı da “Uzatmaları oynayan bir yıldıza bu kadar para verilir mi” diye niye sorgu suale uğramak bir yana, neden ayakta alkışlanmıştı?
Çünkü futbolda evrenselliğe ulaşmak istiyorsan uygulanabilir en makul yol, Dünya yıldızlarına formanı giydirmekti çağımızda.
Racon böyleydi.
Yeryüzündeki en iyi sol beki alınca sol kanattan gol yemeyeceksin diye bir garanti yoktu elbet. En büyük yıldız takımı uçurur diye teminat da vermiyordu hiç kimse...
Ama futbol aleminde sınıf atlayacağın kesindi.
Şan ve şöhretin, İspanya’dan Brezilya’ya okyanus aşar. Türkiye sokaklarında moral paçalarından akar. Takımdaki diğer futbolcular, bir ömür boyu kazanılmış tecrübeyi kestirmeden yakalardı.
Matematikle ilgileniyorsan Cahit Arf’in anfisinde bulunmak gibi bir şeydi. Arkeolojideysen Nimet Özgüç’ü dinlemek gibi...
Yılın ilk sabahına tebrik mesajları ve telefonlarıyla uyanma keyfi bir başkaymış gerçekten...
“Kutlarım, Namık Sevik ödülünü kazanmışsın”!..
“Ne... Ben...”
Apar topar kapıdaki gazeteleri almak, Milliyet’i ayırıp spor sayfasını yırtarcasına açmak, ve Namık Sevik adıyla birlikte kendi adını okuyup duygu yüklemesine uğramak...
Muhteşemdi.
Otuz seneden fazladır masanın bu tarafındaki bir insan olarak, Milliyet Yılın Sporcusu anketinin “seçilmişleri” içinde yer almanın ne anlama geldiğini iliklerime kadar hissettim.
Tarif ederim ama “ödül meraklısıymış” demenizden çekinirim. Ya da “abartma çalıştığın gazeteyi”...
“Nasıl başlarsan, öyle gider” demişler!.. Ben de yeni yılın bu ilk gününe elimden geldiğince “pozitif” düşüncelerle başlamak istedim.
Önyargılıyım kısaca!..
Önyargın varsa, gerisi çorap söküğü.
Mesela... Bu sayfalarda her gün eleştirdiğimiz başkanların hiç mi iyi yaptıkları bir şey yok? Arayan bulur. Bugün sadece onları yazayım dedim.
Gazetelerde “Aziz Yıldırım’dan zehir zemberek açıklamalar” üst başlığı ile verilen aylık olağan tebliği var ya... Onda bile bir cümle yakaladım; helal olsun önyargıma:
“Tüm samimiyetimle ifade ediyorum lehimize yapılan hatalar da en az aleyhimize yapılan hatalar kadar bizleri rahatsız etmektedir ”.
Bir başkan için küçük, ama futbol camiası için büyük bir adım...
“En iyi stadını söyle” deyince, hep birlikte “Şükrü Saracoğlu” diye bağırdığımız bu ülkede Avrupa Şampiyonası adaylığı için başvuru yapılması ve Şükrü Saracoğlu’nun maç oynanacak statlar listesinde yer almaması tuhaf tabi.
“Euro 2016”ya aday olmamız da tuhaf, stat tercihleri de, Fenerbahçe’nin tepkisi de!
Al birini vur ötekine.
Kurumları kavga eden, sokakları molotof ve havai fişekle yangın yerine dönen Türkiye’ye, Avrupa Şampiyonası isterseniz, ortaya Mehmet Demirkol’un köşesine koyduğu gibi bir Türkiye haritası çıkar; kimseye izah edemezsiniz.
Sayın Başbakan’ın, MHP lideri sayın Bahçeli’ye “Sivas’tan öteye gidemiyorsunuz” dediği Türkiye’de, Sivas’tan öteye maç koyamayarak fiili durumu futbol üzerinden ikrar edip belgelendirirsiniz.
Yeni stat yapılacaksa, Ağrı’ya da yapılır, Tatvan’a da,Yüksekova’ya da, Nusaybin’e de...
Demek ki, “oralar UEFA’nın güvenlik kriterlerine uymuyor”.
Olacağı buydu. Milli Takıma teknik direktör arayışları uzadıkça, o makam boş kaldıkça, ağzı olan konuşacak kalemi olan yazacak ve mesleğin zirvesindeki koltuk için Türk hocaların ümidi/iştahı artacaktı.
Şan şöhret oradaydı. Garanti para oradaydı. “Sınav” ise her hafta değil, emekli maaşı gibi üç aydan üç ayaydı.
Çok adamı ayartırdı koşullar.
Aynen oldu. Federasyon’un Antalya’da düzenlediği ve 20 üst düzey hocamızın katıldığı “UEFA Pro-Lisans Güncelleme Kursu”nda, mesele bireysel beklentileri de aşıp “toplum psikolojisi” ile izah edilebilir boyutlara ulaştı ve “Aramızdan bir heyet yapıp Federasyon’a göndereceğiz” aşamasına geldi dayandı.
“Milli Takım’ı Türk teknik direktör çalıştırmalı”!
Amiyane tabiriyle “kazan kaldırıyordu” Osmanlı’nın torunları.
Haklı mıydı hocalarımız?..