Dün gece Twente önünde seyrettiğimiz Fenerbahçe öyle Avrupalar’da havalar atacak bir takım görüntüsünde hiç değildi.
Zaten Herr Daum’un demeçlerini dikkatle izlerseniz içinden Türkiye ötesi iddialar taşıyan cümleler bulmak bir yana cımbızla yakalanacak önemli bir kelime dahi bulamazsınız...
Hollanda takımı önünde yerli marka taşıyan maçlardaki Fenerbahçe’nin orta alandaki müthiş pas fırtınaları yaratan Emre-Cristian, Santos-Alex gibi yüksek rütbeli oyuncuları dünkü oyunda dağınık hücum düşünceleri dışında “sus-pus” bir görüntülerinin çalkantısı içinde sıkışıp kalmaktaydılar... Çünkü Hollanda takımı müthiş fizik gücüyle Fenerbahçe’yi sahanın her bölgesindeki presleriyle bozarak hiç rahat bırakmadan sürekli kovalıyordu. Eeee, futbolda tekniği de alt-üst edebilen en geçerli değerler kontrollü güç ve bu sayede elde ettiğimiz tempo üstünlüğüdür.
Tabii Fenerbahçe’de yerlisiymiş, yabancısıymış bakmadan sorgulanması gereken bir hakikat var gelecek zamanlar adına... “Ne olacak bu tek adamla hücum ısrarı ve tabi Güiza’nın bu derbeder hali?”... Daum hoca bu sorunu acele ele almalıdır. Dün gördünüz sağdan Kazım ve Gökhan ile çıkılan ataklardan göze batacak gerçekçi bir gol pozisyonu dahi
Fenerbahçe’nin bilinen profesyonel değerleri rakibini puansız bırakmaya yetti ve sarı-lacivertli takım tam yol işareti ve huzuru ile Bursa’dan döndü
Fenerbahçe ile Bursaspor arasındaki lig yarışı, henüz başlarında olduğumuz futbol sezonunun en canlı, en tempolu ve gol pozisyonu en bol oyunuydu sanki.
Gerçi hakem Deniz Çoban’ın oyun boyunca ve de özellikle sarı kartlardaki takdir yanlışları hayli can sıkıcıydı... Ancak hakeme rağmen ev sahibi Bursaspor’un sadece iyi oynamaya dayalı defansif ve ofansif futbol organizeleri gerçekten gözalıcı ve takdirlere değerdi... Fenerbahçe’nin, Bursa’daki defansa kapanışları, orta alandaki pas üretme ustalıkları da görülmeliydi. Özellikle Mehmet Topuz’un top alışverişleri, pozisyonlardaki çevik ve hayat dolu fizik güçleri, Topuz’un Fenerbahçeliliğini perçinleyen hakikatlerdi dünkü önemli puan mücadelesinde.
Fenerbahçe’yi seyrederken her seferinde Alex’in top kullanışlarına takılı kalmak, futbolcu meziyetlerini takdirlerle izlemek sarı-lacivertli formanın içindeki en büyük gösteri dizisi bize göre. Attığı goldeki büyük zarafet, anlatmak istediklerimizin daha anlamlı özetiydi sanki.
Güiza sezona iyi girdi. Diri fiziği, top kovalamadaki
Şimdi beraberlik sonucu Türkiye’nin hesap makinelerinde-ki 2010 Afrika finalleri şansı devam edebilir. Ancak fazla hayalci de olmamak gerekir
İstanbul’da yendiğimiz Bosna Hersek’i kendi evinde de kolayca devireceğimiz konusunda ne kadar da peşin hükümlüydük son günlerde.
Halbuki oynanan oyunun hal ve gidişi hiç de iç açıcı olarak yürümüyordu millilerimiz adına... Emre’nin 5. dakikadaki golü ilaç gibi gelmişti bu maçı kazanmamızın gereği açısından. Sonrasındaki hücumlarda düzenli biçimlerde çoğalabilsek, defansif pozisyonlarda dengeli şekille de kapanabilsek Bosna’nın kazanma veya beraberliği kurtarma umutlarına ağır darbeler indirebilirdik...
Ama olmuyor işte. Hele savunmada yaptığımız bireysel ve affı zor kabahatleri Bosna Hersek yerinde kullanabilse işimiz daha ilk yarıda bitebilirdi.
Takımın attığı gol sonrası Emre’nin kime ve niçin sinirlenip sarı kart aldığını anlayanınız oldu mu Allah aşkına? Fatih Terim’in tribünlere gönderilmesine kadar uzanan bu stres dolu berbat hava, Milli Takım’a oyunun disiplinini kaybettirmekten öte ne işe yaradı ki...
Zaten sonrasında Bosna’nın müthiş golü geldi ve yarışmada hem oyun prensibi hem de teknik çözülmeler başladı takımımız
Estonya’nın erken golü maçı seyredenleri şoke etmiş olabilir. Ancak Milli Takım’ın aynı anda silkinip kendine geldiğini ve ay-yıldızlı formaya layık bir gece yaratmaya soyunduğunu da kabullenmeliyiz.
Yenilen gol sonrasında tek top anlayışı ve olağanüstü bir fiziksel kavgayı göze alan millilerimiz, Estonya’yı kendi oyun alanına adeta itti ve de kilitledi...
İşte o zaman Kayseri’de işler yoluna girdi ve takım halinde ortaya çıkan direnç, kazanma azmi hem tribünlerin hem de ekran başındaki on milyonları sakinleştirdi ve huzura taşıdı...
Dün gecenin kahramanları Arda ve Tuncay’dı. Arda’nın top çalma sihirbazlığı ve kendi attığı goldeki arka direk maharetleriyle, Tuncay’ın bitmez tükenmez emekleri maçtaki çok önemli puan kazanımlarının işaret fişeklerini ateşliyordu.
Yeminliydiler adeta
İkinci yarıda Estonya’nın yeni bir karambol golü yakalaması milli ekibimizi kısa bir şaşkınlığa taşımaktaydı. Ancak Terim’in çocukları oyunu kazanmaya yeminliydiler adeta.
Hele ikinci 45’te Kazım’ın oyundan alınması sağ koridorumuza büyük bir rahatlık sağlıyor dünkü müthiş mücadelenin garanti golleri işte bu değişiklikten sonra sağ kulvarda parıltılar halinde gelişiyor ve Estonya filelelerine sayı
Mucizenin yaratıcısı gemisini kurtaran kaptan Alex oluyor, son 10 dakikaya sığdırdığı inanılmaz marifetleri yine stadın gündemini sarıp, sarmalıyordu
Fenerbahçe evinde olmasına rağmen Manisa önünde sıkıntılarla dolu bir 80 dakikayı yaşamak zorunda kalıyordu.
Mesut hocanın gençleri, hiçbir korku veya komplekse girmeden komple bir takım dengeleri kurarak yarışıyorlardı sarı-lacivertli kadroyla... Fenerbahçe’nin, Alex’in varlığına da güvenerek nasıl olsa araya bir şeyler sıkıştırırız alargacılığına sığınması, oyunda yavaş kalarak Manisalı genç ayakların yapacağı hatalardan medet umması sarı-lacivertli ekibe hiç yakışmayan büyük Fenerbahçe densizliği olarak yorumlanmalıdır.
Fenerbahçe niçin takım olarak birbirinden böylesine uzak ve top kullanma yeteneklerinde ise bu denli yavaş ve duygusuz kalabiliyordu ki ? Alex’in de bulunduğu orta alandan neden kanat bindirmeleri daha sık, çabuk ve etkili olarak güçlenemiyordu? Gökhan olmadığı için mi sağ kulvar bu kadar zayıf ve işe yaramazdı? Yani Gökhan’ın olmadığı maçlarda Fenerbahçe’deki kazanma işlemleri böylesine duracak mı?
Gökhan’ın yerinde görev yapmaya uğraşan Bekir’in, takım arkadaşının kıvamına gelebilmesi öyle mevsimlere
Gökhan, Kazım ve Semih’in attıkları gollerin yanında, Fenerbahçe’nin gelecek zamanlardaki önemli yarışmaları adına üstünde durulması gereken hataları, hatta kabahatleri de hayli sırıtmaktaydı dünkü yarışmanın ilk 45’inde.
Fenerbahçe defansının göbeğinde henüz sarı-lacivertli formaya yabancı gibi soğuk ve duygusuz oynayan Bilica’nın golün sahibi Tazemeta’yı 20. dakikada arkasına kaçırdığı an sarı-lacivertli ekibin, Diyarbakır’daki sonuç kaderi korkulara bürünüyordu bir anda... Öyle ya kadroda yıllardır öksüz çocuk rolündeki hazin duruşuyla forma bekleyen Önder’in kaç sezondur sanki lanetli gibi dikkate alınmaması ve bu acı gerçeğin Milli Takıma çağrılmasına rağmen devam etmesinin günahı sayın Daum’a aittir.
Bilica ile bilinen Lugano’yu bu maçla birlikte sahaya sürmesinden en çok çekinenlerden biriydim maç öncesi... Bilica’nın zamanlama konusundaki zaafları, hazırlık maçlarında tek tek sırıtmaktaydı zaten. Lugano’nun transfer manevralarıyla meşgulken futbol ve Fenerbahçe’den ne denli uzaklarda yaşadığı da herkesçe bilinmekte. Öyleyse böylesine önemli lig deplasmanında bu özürlü ikiliyi direkt sahaya sürmek ve de Önder’siz oynamak bir tertip kumarbazlığı değil de nedir sevgili Daum.
Sion, Fenerbahçe’nin üstüne giderse başına gelecekleri çok da iyi bilmekteydi sanki.
Orta alanda kapalı defans taktiğini kendine oyun planı olarak seçmiş bir takım, ancak Sion kadar korkak ve endişelerle dolu bir oyun kurgusuna teslim olabilirdi... Fenerbahçe ise rakibinin kalabalık tuttuğu alanda istediği pas düzenini bir türlü kuramıyor, Emre - Cristian - Santos, Kazım gibi yaratıcı ve pasör isimler istemeseler de Sion’un oyunu bozma üzerine amaçlanmış sabote edici futbol tavırlarına bir türlü geçerli çareler yaratamıyorlardı.
Halbuki daha ilk yarıda özellikle Gökhan Gönül’ün sağ kanat çıkışları, doğru top alışverişleriyle renklenebilse, Güiza ve Deivid de oyunu alıcı gözler ve pozisyon yakalama duygularıyla kovalayabilseler Fenerbahçe’nin işi çok kolaylaşacaktı. Sarı-lacivertlilerin böylece Sion’un körlemesine uyguladığı güya defansif çareleri, ilk yarının son dakikalarında buldukları Santos’un enfes golünden daha önce çözmesi işten bile değildi.
* * *
İkinci yarının başında Roberto Carlos’un serbest vuruşuna Santos anlamsızca el uzatıp topun yönüne müdahale etmese Fenerbahçe, ısrarla aradığı ikinci sayıya anında kavuşacak ve Sion’un sarı-lacivertli ekip karşısında aradığı
Alex’in 10. dakika dolmadan sakatlanması üstü örtülü şok havası yaratıyordu sanki Saracoğlu tribünlerinde. Tabi hesapta olmayan bu durum Fenerbahçe’de panik havası yaratamazdı. Ancak sarı-lacivert sevdalıları iyi biliyorlardı ki, konu Alex’e bağlı bir vaka ise hafiften ürpermemek yanlış olurdu.
Orta alanın göbeğinde ortak üretilen pasların dağıtımı ona ait. Sol kulvarda Santos görüntüde ise ona, sağdan Kazım veya Gökhan atak bindirme rollerinde daha net pozisyondaysa bu sefer o bölgeye atıyor topu. En uçta Güiza kendini gösteriyorsa, onun koşu yollarına ustaca paslar yuvarlamak iş-
levinin baş aktörü de Alex’ten başkası mıydı şu son yıllarda?
İşte Alex çıkıp, oyuna Deivid’in ham gövdesi dahil olunca sarı-lacivertli tribünler birden bire öksüz kalmışlar gibi kaptanın rollerini kimin üstleneceğini konuşup durmaya başlıyorlardı.
Bu kördüğüm 2. devre yavaş yavaş çözülmeye başlıyordu Fenerbahçe adına. Emre’nin ısrarlı top kapmaları, direkt kaleye dönük girdiği hücum slolomları oyundaki buzlu düşünceleri eritmeye başlıyor ve Emre, Alex’in rollerini sahiplenmeye başlıyordu.
Güiza bile kendi defans blokunun arasına girerek toplar çıkarıyor, orta alan döngülerinde roller üstleniyor