<#comment>#comment>Borç - alacak ilişkisinde eskiden "söz" esas idi. Söz tutulmayınca "senet" ortaya çıktı. İlişkiler imzaya bağlandı. Fakat görüldü ki, borçlu kötü niyetli ise, senet işe yaramıyor. O zaman senetten "çek"e geçildi.
Çekin arkasında kanunlara dayalı olarak "hapis" güvencesi var. Karşılıksız çek imzalayan, açık anlatımıyla çekin üzerinde yazılı ödeme tarihinde bankadaki hesabında parası olmayan "hapis cezası" ile cezalandırılıyor.
Ödenmeyen çeklere imza atanlara hapis cezası çıkalı beri senetler çek oldu. Çek ile teminat altına alınan borçlar ödenir oldu. Ve de bu sayede "çek - senet mafyası" ortadan kalktı...
Amma ve lakin, geliniz görünüz ki, Türkiye "İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi"nde yer alan 4 nolu protokole uymak zorunda.
Avrupa Birliği’nin Anayasa değişikliği için Türkiye’ye verdiği listede "ekonomik suç sayılan konularda insanlara hapis cezası verilmemesi" talimatı da yer alıyor.
Bu talimat doğrultusunda Anayasamızın 38’inci maddesine bir ekleme yapıldı. Bu ekleme Resmi Gazete’de yayımlandı. Eklemede deniliyor ki, "Hiç kimse yalnızca sözleşmeden doğan yükümlülüğü yerine getirmemesinden dolayı özgürlüğünden alıkonulamaz."
<#comment>#comment>Halk dalkavukluğu ile bu ülke kurtulamaz. Birileri atıyor. Ama çok kimse de yutuyor: Efendim KDV’yi indirelim. SSK primleri ödenmesin. Hayat standardına göre vergi alınmasın. Memur maaşlarına zam yalım. Devlet Baba da harcamalarını biraz artırsın. Bu IMF ve Dünya Bankası’nı kovalım. Kendi yağımızla kavrulalım!..
Özet ile devlet vergi almasın... Ama devlet herkese bir şeyler versin... Bu konuları konuşurken rakamlara bakmak gerekir. Bu yazının altında bu yılın ve geçen yılın ilk 9 ayında devletin toplam gelirleri ile toplam harcamaları verilmektedir.
Bu yılın 9 ayında devlet 54.8 katrilyon para harcamış, 36.3 katrilyon para toplayabilmiş, 18.4 katrilyon lira açığı var. Açığı kapatmak için IMF’ye ve Dünya Bankası’na dileniyoruz. Kapı kapı dolaşarak G - 8’ler denilen zenginlere yalvarıyoruz.
Toplam gelirin ne olduğuna bakalım 27.4 katrilyon lira vergi gelirinin 8.6 katrilyon lirası Gelir Vergisi’nden, 8.3 katrilyon lirası KDV’den, 3.6 katrilyon lirası Akaryakıt Vergisi’nden gelmiş.
Efendim, KDV’yi indirelim. Şirketini zararda gösterdiği halde Mercedes otomobili ile gezen, her gece Laila’da kafa çeken, üç günde bir Paris’e gidenden "Hayat
<#comment>#comment>Şu günlerde piyasada satılan bazı suların koyu mavi etiketini dikkat ederek okuyanlar farklı bir tanım ile karşılaşıyor: "Sofra içeceği"...
Sofra içeceği de ne ola ki? Efendim, sofra içeceği Türk tüketicisi için yepyeni bir su çeşidi! "Kuyudan çıkarılıp, kimyasal işlemlerle mikroptan arındırılmış, kimyasal katkı maddeleriyle tadı değiştirilmiş, içeriği zenginleştirilmiş su." Bir bakıma kolalı içki veya gazoz gibi bir şey...
Bu da nereden çıktı diyerek sual eyleyeceksiniz? Efendim bu, küreselleşen dünya pazarının bir nimeti... Dünyanın gıda devleri Coca Cola, Pepsi Cola ve Nestle gibi şirketler, dünyada şişe suyu pazarını da ellerinde tutuyor.
Nasıl ki Coca Cola’nın, Pepsi Cola’nın bütün dünyada tadı aynı ise, nasıl ki bu kolalı içkiler dünyanın farklı ülkelerinde yapılıp tüketiciye sunulurken tadı değişmiyor ise, bu büyük firmalar dünyanın her ülkesinde kendi isimleriyle sattıkları suyun da tadının ve içeriğinin aynı olmasına dikkat ediyor. Bunun için de suyu işleyerek satıyorlar.
Biz Türkler böyle şeyleri bilmezdik. Bizim kitabımızda (Sağlık Bakanlığı mevzuatında) böyle sular yer almazdı.
<#comment>#comment>Bu ‘Mavi Yolculuk’ var ya, bu kutsal bir senfoni gibidir. Bu yüzden şimdiye kadar bütün tanınmış yazarlarımız Bodrum’a gidip ‘Mavi Yolculuk’lara çıkmışlar ve rüya gibi günler geçirip üstüne şiirler, öyküler ve sayfa sayfa romanlar döktürmüşler. Televizyon kanalları da boyuna kıpır kıpır oynaşan sular, yeşil koylar, masmavi gökler, renkli ufuklarda uçuşan martıları filan gösteren belgesel filmler sergileyip insanları heveslendirir durur. Kısacası bu Mavi Yolculuk denilen şey tanrının bize bir nimetidir ki, benzeri ne California’da, ne de İtalyan Rivierası’nda bulunur. Bir kez Amerika uzaktır. İtalya ise eski albenisini yitirdi. Güvenilemez de. Mafyası filan var. Halbuki bizim burada cam gibi deniz... O masmavi gök... Sonra kıyılar... Gipür dantel mübarek... Elle işlenmiş gibi. Sonra balıklar da insana alışmışlar. Denize giriyorsunuz yanınıza geliyorlar.
Bazı uyanıklar var. Denizkızlarını gördük diyorlar. Bu zevzekliği "Malaparte" yaptı da kimse inanmadı. Ama buralarda böyle şeyler olabilirmiş. Çünkü neden? Oralarda denizkızı olmaz da, buralarda bulunabilirmiş..."
Bu satırları Cahit Kayra’nın "Bir Mavi Yolculuk Seyir Defteri"nin başından aktardım. (Büke
<#comment>#comment>Türkiye'de 7.8 milyon adet bina var. Bu binaların yüzde 77'si 1970 yılından sonra yapıldı. Yüzde 57'si ise son yirmi yılda yapılan binalar. Türk halkı elindeki, avucundaki para ile bina yapıyor. Dağ taş bina doldu.
Devlet İstatistik Enstitüsü 2000 yılı içinde 3.212 belediye sınırlarındaki binaları saydı. Daha önceki bina sayımı 1984 yılında yapılmış ve Türkiye'de belediye sınırları içinde 4.3 milyon bina olduğu belirlenmiş. 1984 yılından sonra 3.4 milyon yeni bina yapıldı.
Bina değişik amaçlarla yapılıyor, kullanılıyor. Konut amacı ile yapılan bir binanın içinde birden fazla konut birimi olabiliyor. İşte bu çerçevede Türkiye'de 1984 yılında 7.0 milyon konut birimi sayılmıştı. 2000 yılında konut birimi sayısı 16.2 milyona yükselmiş durumda.
Demek ki 16 yılda 9.1 milyon yeni konut yapılmış. Demek ki, 2000 yılında kullanılan her 100 konutun 56'sı, son 16 yılda yapılan konutlar.
Son 16 yılda konut sayısı en fazla artan ilimiz Şırnak. 1984 yılında 1.699 konut var iken 2000 yılında 38.184 konut sayılmış. Son 16 yılda konut artış oranı düşük diğer iller yüzde 18 konut artışı ile Kars, yüzde 46 konut artışı ile Niğde ve yüzde 54 konut artışı ile Kilis.
<#comment>#comment>Banka sisteminin sorunları var... Yapısal bir değişim yaşanıyor. Yeniden yapılanma sonuçlanmadı... Bütün bunlar tamam da... Bankalar bütünü ile kapılarını kapatarak krediyi kesmedi ki...
Gerçi, Fon kapsamına alınan bankalar yeni kredi vermiyor, eski kredileri kapatmaya çalışıyor. Ziraat Bankası, Halk Bankası ve Emlak Bankası ticari kredi işlemlerini tasfiye etme arayışında... Bütün bunlar tamam da... Kamu bankaları ve fon bankaları dışındaki bankalar mevduat toplayıp, kredi verme işini sürdürüyor... Kredi vermek için borcunun faizini ve borcunu zamanında ödeyebilecek müşteri bulmak için çırpınıyor.
Müşteri bulamıyorlar
Çünkü bu bankaların yaşaması, batmaması için kredi vermeleri zorunluluğu var. Kredi veremezler ise Türk lirası ve döviz mevduat hesaplarına ödedikleri faizi ceplerinden ödeyecekler... Kredi yerine tüm kaynaklarını bonoya, tahvile bağlamaya cesaret edemiyorlar... Bir miktar bono ve tahvil alıyorlar ama... Mecburiyetten... Kredi verecek müşteri bulamadıklarından... Kredi alabilecek müşteri (tekrarda yarar var) kredinin faizini ve anaparasını vadesinde ödeyecek üretim gücü olan müşteridir.
Bankalar parasızlıktan, kaynak
<#comment>#comment>Gerçekçi olalım. KDV oranları indirilemez. KDV oranlarını şu dönemde indirmek değil yükseltmek gerekir.
Bunları yazmak insanların hoşuna gitmez. İnsanları üzer. Ama insanları kandırmak, uyutmak, hükümetleri yanlış yola itmek de iyi bir şey değildir.
KDV’yi ya biz, yani Türk halkı ödeyecek... Ya da KDV düşürülecek ve aradaki farkı Almanya’da oturan Bay Gunter veya ABD’de oturan Bay Smith veya İngiltere’de oturan Bay John ödeyecek.
Çünkü Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri KVD’yi "zevk için" tahsil etmiyor. "Mecburiyetten" tahsil ediyor. Mecburiyetten KDV oranları artırılıyor.
Sayın okuyucularım, size basit bir hesap vereyim. Sonra siz elinizi vicdanınıza koyarak karar veriniz. KDV iner mi?
<#comment>#comment>Gözlerimiz yollarda... IMF'den gelmesi geciken 3 milyar doları bekliyoruz. Dolar gelsin de "ham - hum, hamhum - şaralop" yapalım.
Yatırım yapmak, üretimde kullanılacak hammaddeleri ithal etmek, benzin almak için dolara ihtiyacımız yok... Evvel Allah onlar için döviz buluyoruz da... Memur maaşı ödemek, Türk lirası faiz ödemek ve de döviz satın alarak yastık altına atmak, yurtdışındaki bankalara yatırmak için "daha çok dövize... daha çok dövize" ihtiyacımız var.
Bu gidiş ile milletin elindeki avcundaki ve de bankalardaki Türk liralarının tamamı dövize dönüşmeden, bizim döviz açlığımız bitmeyecek.
Sayın okuyucularım Merkez Bankası'nda 29 Eylül 2000 tarihinde 5.2 milyar dolar "net" döviz birikimi vardı. Geldik 28 Eylül 2001 tarihine. Merkez Bankası'nın döviz yükümlülükleri, döviz varlıklarını o kadar çok aştı ki... Merkez Bankası'ndaki döviz artıdan eksiye geçti... 9.4 milyar dolar döviz açığı ortaya çıktı. Artı 5.2 milyar dolardan eksi 9.4 milyar dolara gerilemenin anlamı bir yılda Merkez Bankası'nın rezervlerinden 14.6 milyar doların yok olup gitmesidir.
Nereye gitti bu döviz? Dış borç ödemedik. İthalat patlamadı... Kim kapıştı bu dolarları? Diyelim