<#comment>#comment>Dalaman'da Türkiye'nin en büyük ve en verimli "devlet üretme" çiftliklerinden biri vardı. 25 bin dönümü sulanabilen bu 35 bin dönümlük çiftliği Osmanlı döneminde, Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa kurmuştu. Cumhuriyet'ten sonra mülkiyeti devlete geçen çiftlik şimdilerde özelleştirilmek üzere.
Dalaman'da SEKA'nın kağıt fabrikası vardı. Kağıt fabrikası özelleştirildi.
Krom madeni Dalaman için önemli faaliyet alanı idi. Krom, Göcek'ten gemilere yüklenerek ihraç ediliyordu. Kamyonlar geliyor, madeni boşaltıyor, maden mavnalarla gemilere taşınıyordu. Çok kimse bu işten ekmek yiyordu.
Şimdi o işkolu öldü.
Göcek çarşısında Ahmet Coşkun turistlere seramik hatıra eşyası satıyor. "Babam üretme çiftliğinde çalışırdı. Ağabeyim kağıt fabrikasında. Ben çocukluğumda vapurlara krom yükleyen işçilere su satarak işe başladım. Sonra ben kürekle krom yüklemesi yaptım. Ellerim nasır tuttu. Ama şimdi o tür işler yok. Turizmi öğrenmeye, turizmden para kazanmaya çalışıyorum" diyor.
Rahmetli Ali Koçman'ın babası Sıtkı Koçman'ın çıkardığı krom madenini ihraç eden Amerikan şirketi yıllar önce Göcek'te deniz kenarında geniş arazi satın almış. Ocaktan getirilen krom, burada
<#comment>#comment>Çimento satışlarında yüzde 10 - 15 dolayında bir gerileme var. Çimento satışındaki gerileme inşaat kesiminde duraklama demektir. Belediye hizmetlerinde duraklama demektir. Baraj, yol, liman yapımında duraklama demektir. Müteahhitlerin, nakliyecilerin, inşaat işçilerinin işsiz kalması demektir.
Çimentoda neler olup bittiğini öğrenmek için "çimento sanayiinin babası" Ayduk Çelenk ile konuştum. Ayduk Çelenk 45 yıl çimentoculuk yaptı. Yatırım yaptı. Üretim yaptı. İhracat yaptı. "Çimentonun tarihçesi ve Türkiye Çimento Sektörü, 1912 - 1999" adını taşıyan bir kitap yazdı. Ayduk Çelenk’in anlattıklarını yazıya dökerken "ölüm haberini" aldım. Çimento sanayiinin gelişmesine büyük katkısı olan Ayduk Çelenk’e rahmet dileyip ondan öğrendiklerimi sayın okuyucularıma aktarıyorum.
Çimento denilen şeyin ana girdisi yakıt ve enerjidir. Toprağın içinden kalkeri alıyorsunuz, mazot, fuel oil, doğalgaz, kömürle yanan fırında pişiriyorsunuz. Kalker pişiyor, klinker oluyor. Sonra klinker adını alan pişmiş kalkeri değirmene atıyorsunuz. Değirmeni elektrik ile döndürüyorsunuz. Kalkere taş toprak, curuf, kül katıyorsunuz. Çimento oluyor.
Türkiye’de doksan yıldır çimento
<#comment>#comment>Türkiye’de 1.4 milyon insanın cebinde üzerinde "Advantage Card" (Avantaj Kart’ı) yazılı, plastik bir kart var.
Türkiye’de her gün (her Allah’ın günü) bu 1.4 milyon insan 73 bin alışveriş yapıyor. 73 bin alışverişte para ödemiyor. Plastik kartını göstererek, mal ve hizmetin bedelini ya 1 ay sonra ödemek, ya da 3 veya 12 taksitte ödemek üzere "imza" veriyor.
Türkiye’de her gün bu plastik kart ile yapılan alışverişin tutarı 3 trilyon lira. Tekrar edeyim. İnsanlar bu 3 trilyon lirayı her gün nakit olarak ödeyecek yerde, imza atarak ödemeden kurtuluyor.
Türkiye’de 17 sektörde, iki yüzü aşan kuruluşa bağlı 3.500 satış noktasında (dükkanda) insanlar Avantaj Kart’ı ile para ödemeden (yaz tahtaya, al haftaya) alışveriş yapıyor.
Altınyıldız / Boyner Grubu, Beymen, Benetton, Cotton Bar ve Çarşı mağazaları müşterileri için 1989 yılında ilk plastik kartını çıkardı. Bu kart işletmesi için de "Benkar" isminde bir şirket kurdu. 1990 yılında Benkar şirketi, Advantage Card ismi ile taksitli kart uygulamasını, her satıcının yararlanabileceği hale dönüştürdü.
Sayın okuyucularıma Avantaj Kart’ı sisteminin işleyişini anlatayım:
<#comment>#comment>Halk banka krizinin faturasını ödüyor. Fatura da öde öde bitmiyor. Bankalar battıkça, devlet bankaların içini doldurmak için halktan para topluyor. Sonra içini doldurduğu bankaları önüne gelene satıyor. Devletin satarken yaptığı hata sonucu banka tekrar batıyor. Devlet gene halka "Hadi bakalım pamuk eller cebe" diyor. Gene halktan para topluyor... Gene... Gene... Gene derken... Bu iş devam edip gidiyor.
Devletin "yanlış seçimi" sonucu, "yanlış kişilere" satılan bankalar "gene" battı. Bankaların içini doldurmak için devlet "gene" halkın cebinden paraları çekip bankalara akıtıyor, bankaların içini dolduruyor. Ve de devlet bu içi doldurulan bankaları gene birilerine satmak üzere.
Gerçekte bu bankalar artık devletin değil. Halkın. Çünkü bu bankalar halkın parası ile ayakta duruyor. Halk kim? Sizsiniz. Benim. Biziz... Bankaların içini doldurmak için devamlı para ödemekten imanı gevreyen saf ve bakir Anadolu çocukları olarak, bizim de bir çift laf etmeye hakkımız olacağı düşüncesiyle, bankaları "istediklerine yalap şalap satma hazırlığında olan" Ankara’daki etkili ve yetkili Büyük Türk Büyükleri’ne arzımı sıralıyorum:
Bankası olanlara ikinci bir banka
<#comment>#comment>Ayşe Hanım Teyzem elinde Milliyet gazetesi karşıma dikildi. Ayağa kalktım. Elini öptüm. Hemen söze girdi "Milliyet’te Meliha Okur Hanım kızımız yazmış. Takastan Ayşe Hanım Teyzem de yararlanacak" demiş. Nedir bu takas? Ben nasıl yararlanacağım?"
"Ayşe Hanım Teyzeciğim" dedim, "Devlet Baba, bankaların elindeki Türk lirası kağıtları 1 milyon 160 bin liradan Amerikan dolarına çeviriyor. Sonra bu dolarlara yılda yüzde 15 faiz ödüyor. Faizi de altı ayda bir veriyor."
Ayşe Hanım Teyzem heyecanlandı... "Oh... Oh... Ne iyi... Geçen devalüasyonda benim Türk lirası mevduatım eriyip gitmişti. Her gün dolar fiyatı tırmandıkça erimeye de devam ediyor... İleride devalüasyon olursa param büsbütün pul olacak diyerek yüreğim pat pat ediyor... Bundan sonra bana da karada ölüm yok demektir. Demek ki, Devlet Baba, benim bankadaki Türk liralarımı 1 milyon 160 bin liradan dolara döndürecek. Benim Türk lirası mevduat hesabım, dolar mevduat hesabı olacak... Devlet Baba da bu hesaba yılda yüzde 15 dolar faizi ödeyecek. Ödeme de altı ayda bir yapılacak..."
"Ayşe Hanım Teyzeciğim ne yapıyorsunuz? Yanlış anladınız. Sizin için böyle bir şey yok... Bu sadece bankalar için..." diyecek
<#comment>#comment>Zavallı millet olandan bitenden habersiz. Reha Muhtar eski milletvekili Ercan Vuralhan’ın peşine kameraman takarak eski ve yeni cümle milletvekillerinin İstanbul’da Atatürk’ün köşkünde nasıl ve kaç paraya kaldıklarını ortaya çıkarmasaydı Osmanlı sarayları ile Atatürk köşklerinin milletvekillerine nasıl peşkeş çekildiğinden, milletin haberi olmayacaktı.
Millet öğrendi; TBMM İdare Amirliği İstanbul’da Osmanlıların Yıldız Sarayı’nı ve Atatürk’ün Florya Köşkü’nün eski ve yeni milletvekillerine misafirhane olarak kullandırıyor.
Milletin vekilleri bu saray ve köşkte geceliği 6 milyon liradan süitte (iki odalı dairede) kalıyor.
Öğle ve akşam üç kap yemeği bir milyon lira ödeyerek yiyorlar. Sarayların ve köşklerin bakım parası ile çalışanların maaşının yenilen ve içilenin faturasını bu ödemelerle karşılanması imkansız.
Kaldı ki, Ercan Vuralhan olayının ortaya çıkardığı gerçekten öğrendik; Buralarda hiç ödeme yapılmasa da dört ay süreyle yatıp kalkmak, yiyip içmek mümkün.
O zaman faturayı kim ödüyor; Tabii ki millet ödüyor. Yediği ekmeğin, kullandığı maydanozun, yaktığı tüpgazın fiyatının içine giren KDV ile ödüyor.
<#comment>#comment>Hayvan yetiştiricisi için mera çok önemli. Mera olmaz ise küçük baş hayvan yetişmez. Büyükbaş hayvanı fabrika yemi ile beslemek zorunluğu çıkar. Fabrika yeminin faturası öyle büyüktür ki, hayvanın eti ve sütü bu faturayı karşılayamaz.
Velhasıl - ı kelam... Mera olmazsa hayvancılık da olmaz. Koyun da, inek de olmaz, manda da olmaz...
Türkiye’de ne kadar mera olduğu bilinmiyor. Meralar Osmanlı’nın 1837’de çıkardığı Arazi Kanunu’na tabi idi. Cumhuriyet, meralar ile ilgili mevzuatı daha üç yıl önce 1998 yılında Mera Kanunu ile belirledi.
Mevzuaat belirlendi ama, meralar belirlenmedi. Ülke genelinde 44 milyon hektar olduğu sanılan meralar şimdilerde 12.3 milyar hektara kadar düştü.
Meralar başka kullanımlara açıldı. Kötü kullanımdan yok oldu. Derken terör çıktı. Doğu Anadolu’daki meralar terör nedeniyle hayvancılara kapatıldı.
TEMA’nın İzmir, Ankara ve Erzurum üniversitelerinin gayreti ile çıkarılan yeni Mera Kanunu ile bir "Mera Fonu" kuruldu. Bu fonun kaynağı "bütçe" değil... Bu fon, tarım ürünü satan ve işleyenlerin alım satımlarında kesilen yüzdelerden oluşuyor. Şimdilerde fonda 30 - 40 trilyon lira biriktiği söyleniyor.Bu fonun amacı,
<#comment>#comment>Geçen cumartesi Ankara’da Oteli’nin girişinde gazete ve dergi satılan küçük dükkana girdim. Günlük gazeteleri seçtim. Ödemeyi yaptım. Satış görevlisi bozuk para bulamadı. "Alacağım olsun. Yarın gazete alırken ödeşiriz" dedim. Satış görevlisi "Biz bu akşam dükkanı kapatıyoruz efendim" dedi. Sonra anlattı, "Bu dükkanın aylık kirası bin dolar. İki satış görevlisi çalışıyor. Satış görevlileri asgari ücret almalarına rağmen gazete, dergi ve kitap satışı kirayı ve ücretleri karşılayamıyor. Bugün son günümüz. Yarın burada gazete satılmayacak. Biz de işsiziz... Ankara’da da iş bulmak çok zor. Asgari ücret ile bile iş yok."
Sabah sabah üzüldüm. Gazeteleri okumaya başladım. Ankara’da iken gazetelerin ilan sayfaları daha çok ilgimi çeker. Çünkü, gazetelerin Türkiye baskılarında göremediğimiz bazı ilanlar, Ankara baskılarında yer alır. Sayfanın hemen tamamını kaplayan ilan... "Para harcamak sanattır" başlığını taşıyor. İlan şöyle devam ediyor, "...Bazıları bunun izleyicisi olmakla yetinir... Şimdi hayatın derinliğini bilen düş zengini aileler bir araya geliyor. Ancak hatırlatalım. Ankara’daki standartların çok üstündeki bu ‘first class’ (birinci sınıf) yaşam kültürüne sınırlı