<#comment>#comment>Üretim var ise faiz ödenebilir. Üretim ile "katma değer" yaratılır. Yaratılan "katma değer", üretime katılanlar arasında şöyle paylaştırılır: (1) Doğanın üretime katkısı kira olarak ödenir. (2) Emeğin üretime katkısı ücret olarak ödenir. (3) Müteşebbisin üretime katkısı kar olarak ödenir. (4) Sermayenin üretime katkısı faiz olarak ödenir.
Reel faiz (enflasyondan arındırılmış faiz) yükseldikçe, üretimden emeğin aldığı pay küçültür. Müteşebbisin aldığı karı yok eder... Türkiye’deki üretim yapısında, enflasyonun yüzde 40’larda dolandığı bir dönemde, yüzde 144 oranında aylık faizin, yüzde 3 bin oranında gecelik faizin faturasının üretimden sağlanan değer ile ödenmesi mümkün değildir.
Fakir halkın cebinden hortumlanacak para da bu faizi ödemeye yetmez, gelir dağılımı altüst olsa da bu faiz ödenemez. Servet transferi de işe yaramaz.
Bir kamu bankası düşününüz. O gün ödemesi gereken borcunu ödeyemiyor. Ödemeyi durdurması yetmiyor. Açıklarını kapatabilmek için gecelik yüzde 3 bin faiz ile para toplamaya çabalıyor.
İstikrar programının en başarılı ayağı, döviz kuru uygulaması idi. Merkez Bankası 2000 yılı başından bu yana dövizi daha önce belirlenen
<#comment>#comment>Hazine’nin borçlanırken Türk lirasına ve de dövize ödediği faiz, özel sektörün de faiz oranlarını belirliyor. Başka anlatım ile ekonomide faizi yukarıya çeken de, aşağıya indiren de Hazine’nin borçlanma gücüdür. Bakınız, Hazine’nin iç borç faizleri ortalama olarak nasıl değişti:
1999 yılı % 109.5
2000 yılı % 38.1
2000 yılı % 38.3
2001 Ocak % 64.9
<#comment>#comment>Hazine’nin Türk lirasına ihtiyacı var. Bunun için Hazine bono ve tahvil satarak Türk lirası ile borçlanmak zorunda.
Hazine borçlanamaz ise memur maaşını ödeyemez. Askere silah alamaz. Yol da yapamaz. Eski borçların faizini ödeyemez. İşte bunun için borçlanmadan duramaz. Faiz ne kadar yüksek olur ise olsun Hazine, Türk lirası ile borçlanmaya mecbur.
Türkiye’nin dövize ihtiyacı var. Döviz geliri, giderini karşılamıyor. Açığı kapatmak için dışarıdan kamu sektörünün, özel sektörün döviz ile borçlanması zorunluğu devam ediyor. Maliyeti ne kadar yüksek olur ise olsun devlet döviz kredisi kullanmaya mecbur.
Türk lirasına sahip olanlar da, dövize sahip olanlar da paralarını bir başkasına borç olarak verirken, geri alıp alamayacaklarına bakarlar. Borçlunun anapara ve faiz ödemesini yapıp yapamayacağına bakarlar.
Yarınının ne olacağı bilinmeyen bir ülkeye, o ülkenin Hazinesi’ne, o ülkenin bankasına, o ülkenin işadamına kimse para vermez. Verenler vadeyi kısa tutar. Verenler faizi yükseltir.
<#comment>#comment>Uçurumun bir yanında otlar kurumuş. Kurtlar etrafa saldırıyor. Uçurumun öbür yanında toprak bereketli. Sular akıyor. Çaresizliğimizi, ağlaşmamızı gören birileri, yardım etmek için iki yakanın arasına bir ip germişler. "Haydi geçin bu ipin üzerinden öte yakaya" demişler.
İpin tam orta yerinde feryada başladık. "Çok zorlanıyoruz... Bu ip çok gergin... Ayaklarımızı acıtıyor... Daha fazla yürümek istemiyoruz... Gevşetin ipi!.."
İşin şaka yanı yok. İp gevşediği an ipin üzerinde duramayız. Geri de dönemeyiz. Sadece yere çakılırız.
Sayın okuyucularım... Bu işin artık geri dönüşü yok. İnce ayarı yok. Zamanı uzatma imkanı yok... Türkiye ya bu IMF programını uygulayacak... Ya da uçuruma yuvarlanacak.
IMF programı iyi mi idi, kötü mü idi? Bunları tartışmak için zaman çok geç... Türkiye ipin üzerine çıktı... Şimdi ipin üzerinde. Bir şikayeti var ise, yapacağı tek şey, ipin üzerinde vakit geçirmeden, hızla ilerlemek, geçiş süresini kısaltmaktır... Mızmızlanıp adımlarını yavaşlatır veya durur ise, ipin üzerinde kalma süresi ve de ıstırabı artar...
Şunu iyi bilmekte yarar var: (1) Artık geri dönüş yok. Geri dönmeye kalkan hiçbir şeyi eski şartlarda bulamaz.
<#comment>#comment>Tarihçi ve hümanist Aeneas Sylvius Piccolomini (1405 - 1464), Osmanlı tarihine meraklı, Osmanlı hanedanını izleyen ve tanıyan bir din adamı. Fatih'in 1453 yılında İstanbul'u fethinden 5 yıl sonra 1458 yılında "II. Pius" adı ile Papa"lık tahtına oturuyor.
Hıristiyan dünyasının başına geçiyor.
Avrupa kapılarına dayanan Osmanlı - İslam tehlikesini savaşla değil barışla yok etmenin çarelerini arıyor.
Sultan Mehmed'e "Sen Hıristiyan ol. Hıristiyanlar sana kul köle olsun" diye mektup yazıyor. Mektup şöyle:
"... Sen eğer hükümdarlığının sınırlarını Hıristiyan aleminde genişletmek ve adını ölümsüz kılmak istiyorsan, bunun için ne altın ve gümüş, ne halk ve silah ne de gemiler ve donanma gerekir. Küçücük bir adım seni bu alemin en büyük ve güçlü yöneticisi yapabilir. Bu nedir diye soracak olursan, bunun cevabı kolay ve uzaklarda aramaya gerek yok. Bir damla kutsal su ile vaftiz ol, Hıristiyan inancını kabul et ve bizim kutsal kitaplarımıza inan. Eğer bunu kabul edersen dünyada hiçbir hükümdar senin haşmetin ve gücün ile boy ölçüşemeyecek. O zaman biz seni Rumların ve Şark ülkelerinin Kayser'i kabul edeceğiz. Bütün Hıristiyanlar seni şükranla anacaklar. Sana
<#comment>#comment>Tophane'den yokuşu tırmanarak Galatasaray'a çıkıyorum. Tomtom Kaptan Camii'nin bulunduğu Gülbaba Sokağı'nı geçtim. Galatasaray'a yaklaştım. Yeniçarşı Caddesi üzerinde yürüyorum. Baktım, Davutoğlu Emlak Bürosu'nun bulunduğu binanın önünde, kaldırım üzerinde kocaman bir kutu. İçi giyim eşyası ile dolu. Kutunun üzerine "Hayrattır - ihtiyacın var ise çekinme al" yazılı bir levha asmışlar. Uzaktan izledim... İhtiyaç sahibi olduğu durumlarından belli olanlar yaklaşıyor. Kutudaki giyim eşyalarını karıştırıyor. Hiçbir şey almayan var. Bir iki parça eşya alan var. İlgimi çekti. Kutuyu dükkanın önüne koyan Emlak Bürosu'na girdim. Büronun sahibi Halil Karlık, Osmaniye'nin Kadirli'sinden imiş. "Abicim biz Yugoslavya'ya tekstil ihraç ederdik. Yugoslavya batınca biz de battık. İşçileri dağıttık. Çevremiz geniş. Emlakçilikle geçiniyoruz. Bu bölgede fakir fukara çok. Giyilmeyen eşyası olanlar getirir. Kutuya bırakır. İhtiyaç sahipleri alır gider. Ülkenin hali malum... Fakirlik diz boyu. Vatandaşa bir hizmetimiz olsun..." diyor. (Davutoğlu, Yeniçarşı Cad. No.112, Telf: 212 - 2431061)
Sayın okuyucularım, fazla giyim eşyanızı siz de o kutuya bırakınız. Veya yaşadığınız bölgede
<#comment>#comment>Distribütör Fransızca bir kelime. Türkçesi "dağıtıcı". Bizim geleneksel pazarlama zincirinde, toptancı malı üreticiden alır, perakendecilere satardı. Üretici toptancıya istediği kadar malı satardı. Toptancı üreticiden ne kadar çok mal çeker ise o kadar ilgi görürdü.
Derken efendim, bu geleneksel pazarlama zinciri koptu. Bazı büyük üretici firmalar, bölgesel dağıtıcı (distribütör) teşkilatlarını kurarak perakendeciye (son satış noktalarına) doğrudan ulaşmaya başladı. Bu sistemde "toptancı"nın işi kalmadı... Toptancının işinin kalmaması bir yana, üretici firmalar "toptancı"ya mal vermez oldu. Toptancı parası ile de olsa, üreticiden mal alamaz duruma düştü.
Günümüzde margarin, çikolata gibi gıda maddesi üreticisi büyük firmalar, temizlik ve sağlık malzemesi üreten büyük firmalar "toptancı"ya mal vermiyor. Malları son noktalarına (perakendeciye) kendi dağıtım (distribütör) teşkilatı ile ulaştırıyor. Distribütör (dağıtım) teşkilatı kuran üreticiler gelişmeleri şöyle açıklıyor:
Üretici savaş veriyor
- Rekabet arttı. Üretici hem daha fazla mal satmak hem de rakip firmanın ürünü ile son satış noktasında savaş vermek durumunda. Bu ise, malın doğru
<#comment>#comment>Deli dana hayvan ürünlerinden insana geçen bir tür hastalık. Bu hastalık hayvanın da, insanın da beynini süngerleştiriyor. Tedavisi yok. İşin kötü yanı çok uzun bir kuluçka devresi olduğundan insandaki etkisini 5 ila 30 yıl sonra gösteriyor. Daha önce vücuda girip girmediği anlaşılamıyor. Fark edildikten sonra da iş işten geçmiş oluyor.
Deli dananın mikrobu, virüsü, bakterisi yok. Bu nedenle serumu, ilacı da yok. Deli dana, bir tür "protein"... İnsanların yaşamak için tükettikleri proteinlerden birinin içinde yer alıyor. Vücuda girdikten sonra yok olmuyor. Deli danayı yok etmenin tek bir yolu, deli danalı hücreleri yakıp, kül haline getirmek.
Deli danalı hayvanın etini yememekle iş bitmiyor. Günümüzde insanların midesine giren birçok maddenin içinde hayvan ürünü var. Hayvan kanından, hayvan kemiğinden, hayvan organından yararlanılarak yapılmış maddeler ile de bu hastalık insanlara geçebiliyor.
örneğin bazı ilaçları, toz halinden tablet haline dönüştürürken kullanılan jelatin maddesi hayvan kemiğinden yapılıyor. Halbuki hayvan kemiği, deli dana hastalığını en kolay taşıyan madde. Böylece ilaç içen deli dana hastalığını da alabiliyor.
Deli dana