Batı dünyada üst gelir grubundaki turistlerin çoğu "Mamonia" isimli otel nedeniyle Marakeş şehrinin ismini duyuyor. Fas'ın haritadaki yerini belliyor.
Tek bir otel bir şehri ünlendirir, bir ülkeye turist çeker mi? Örnek ortada!..
Marakeş şehrinin ortasındaki, portakal ve zeytin ağaçlarıyla çevrili küçük bir köşk, düğün hediyesi olarak Prens El Mamun'a hediye edilmiş. Sonra bu köşkü ünlü mimarlar Prost ve Machisio 1923 yılında otele dönüştürmüş. "Art Dece" sitilinde inşa edilen ve döşenen otele Prens'in isminden hareket ile "La Mamonia" adı verilmiş.
Geniş bahçesi, lüks Art Dece döşemesi, mükemmel işletmesi ile otel 1920'lerde, 1930'larda Avrupa'da ün salmış. Dünyanın her köşesinden yazarlar, çizerler, Zenginler, ünlüler otelde kalmak için Marakeş'e gelmiş. Oteli ve Marakeş'i tanıyıp sevenler başkalarına anlatmış. Böylece otel ve Marakeş ünlenmiş.
Mamonia Oteli'nin 220 odası var. Ama Marakeş ünlenince onun benzeri, daha başka oteller yapılmış. Yatak sayısı artmış. Bugün Marakeş'e yılda iki milyon yabancı turist geliyor.
Mamonia Oteli turist yakalamada bir "olta" olmuş. Mamonia yüzünden Marakeş'i tanıyanlar
Hazine'nin dış kredi kullanmaya ihtiyacı var. Çünkü Hazine ülkenin dış borç hesabının sorumlusu. Bu hesap yaşayan bir hesap. Geçmiş yılların borçlarının günü gelen ödemeleri var. Faizleri var. Bunlar yeni borçlanmalarla ödeniyor. Bu nedenle Hazine, dünya piyasalarına çıkıp, Türkiye Cumhuriyeti Devleti adına borç arıyor, borçlanıyor.
Ama aynı "dünya piyasalarında" Hazine'nin yanında borç arayan, borçlanan Türk bankaları var. Kamu bankaları ve özel bankalar. Bunların sayıları çok. Hem de pek çok.
Ticaret bankaları "dövize ihtiyaç duyduklarında, döviz kredisi kullandırmak için kaynak aradıklarında" dünya piyasalarından borçlanır. Ama bizde ters bir uygulama başladı. Türk bankaları "döviz kuru / faiz oranı" makasından kazanç sağlamak için yurtdışından borçlanıyor.
Bizim ticaret bankalarının dövize ihtiyacı yok. Dövizi kazanç aracı olarak kullanıyorlar.
Bankalar yurt dışından döviz ile borçlanıyor. Dövizi getirip Türkiye'de satıyor. Türk Lirası'na çeviriyor. Türk Lirası ile Hazine Bonosu alıyor veya repo yapıyor. Yüksek faiz geliri, döviz borcunun hem faizini karşılıyor, hem de yıl içindeki kur yükünü kaldırıyor. Geriye
Enflasyonla mücadelede en önemli gösterge, "fiyatların inişe geçmesi"dir. Bu inişin devamlı olması, halkın bu inişi görmesi, inişin devam edeceğine inanması enflasyonla mücadelede başarıyı sağlar.
1) Türkiye'de fiyat artışları 1998 yılında inişe geçti. Bu iniş eğilimi devam ediyor.
2) Halk arada sırada şüpheye düşse de, fiyatlardaki artışın yavaşladığını gördü. Arada sırada şüpheye düşse de fiyat artışlarındaki yavaşlamanın süreceğine inanmaya başladı.
3) Dünyadaki krize rağmen, yurt içindeki politik çalkantıya rağmen, seçim ortamına rağmen fiyat artışlarının yavaşlaması Türkiye için çok önemli ve sevinilecek bir durumdur.
4) Ama unutulmamalı ki, sevinilecek olan kötüden iyiye yöneliştir. Yoksa, enflasyon belası ortadan kalkmış değildir. Aylık yüzde 3 veya yüzde 4 oranındaki fiyat artışları enflasyonun devam ettiğini göstermektedir.
5) Enflasyon kendi kendine düşmez. Okuyup üflemekle düşmez. Fedakarlık ile düşer. Fedakarlık yatırımların durmasıdır. İşsizliktir. Piyasada yaprağın kıpırdamamasıdır. Enflasyon tamamen kontrol altına alınmadan "Eeeee... Bu kadar fedakarlık yeter... Biraz nefes alalım!.."
Ekonomiler kendi yapısal sorunları nedeniyle veya ülke dışındaki rüzgarların etkisinde dalgalanır. Ekonomi politikalarının hedefi de bu dalgalanmayı en az seviyede tutabilmektir. Buna ekonomik istikrar denilir.
Türk ekonomisi istikrarı en az ekonomilerden biridir. Çokça dalgalanır. İner, çıkar.
Ekonomi şu anda inişe geçti. Sınai üretim endeksleri ve üçer aylık milli gelir göstergeleri, 1998 yılı Mart ayından bu yana inişin devam ettiğini ortaya koyuyor. Zaten halkımız da bunu görüyor. Hissediyor. "- Piyasa durdu, yaprak kımıldamıyor" diyenler inişi ifade ediyor.
Ekonomi düzelse, "İşler açıldı, piyasa canlardı" diye konuşulur.
Şimdi madem ki "piyasanın durduğu, yaprağın kımıldamadığı" konusunda görüş birliği var, o zaman tartışılması gereken konu "işlerin ne zaman açılacağıdır". Sayın okuyucularım bu sayfada milli gelirin üçer aylık değişimini gösteren bir çizim bulacaklar...
Milli gelir, belli bir dönemde ülkede üretilen mal ve hizmetlerin parasal değerini gösterir. Sabit fiyatlarla bu değerlerin değişimi, belli dönemde ülkede mal ve hizmet üretiminin ne ölçüde arttığını veya azaldığını ortaya koyar.
Dünyada yarış pistine çıkana soruyorlar: "Arkadaş sen 100 metreyi kaç saniyede koşarsın?" "Vallahi azim... Ben çok iyi koşucuyum... Beni bıraksanız çok hızlı koşarım... Herkesi geçerim!.." Bu cevaba kimse aldırmıyor. Soruyu tekrarlıyorlar: "- Sen palavrayı bırak. Rakam söyle... 100 metreyi kaç saniyede koşarsın?.." "- Vallahi iyi koşarım... 7 dakikada falan koşarım..." Bu cevap karşısında "- Arkadaş sen git mahallende koşmaya devam et... İstersen evinin arka bahçesinde koş... Dünya pistlerinde koşabilmek için 10 saniyenin altına ineceksin... Ne zaman ki 10 saniyeden daha kısa sürede 100 metreyi koşacaksın... O zaman bizim aramıza geleceksin. İşte o biçim sayın okuyucularım... Dünyada "adam olmanın ölçüsü", adam gibi yaşamanın, adam sayılmanın ölçüsü de kişi başı gelir. Dünyada ülkeler boy sırasına sokulurken soruyorlar: "- Arkadaş, senin ülkende insanların kişi başı geliri nedir? Sizin kişi başı üretiminiz kaç dolardır?" Bunu soranlar biliyor ki, Avrupa ülkelerinde kişi başı gelir şimdilerde 36 bin dolar dolayında... Yunanistan'da 20 bin dolara yaklaştı. Kıbrıs'ın Rum Kesimi'nde bile 15 bin doların üzerine çıktı. İşte bu soruya karşılık siz derseniz ki, "Efendim
Gelir ya tüketilir ya biriktirilir. Birikim veya tasarruf denilen şey "geciktirilmiş tüketim"dir.
Türkiye'de oluşan milli gelirin yaklaşık yüzde 80'ini tüketiriz. Yüzde 20'si tasarrufa ve oradan da yatırıma gider.
Tüketilen milli gelirin yüzde 10'unu kamu sektörü maaş, ücret ve diğer cari harcamalarda kullanır.
Milli gelirin yüzde 70 dolayındaki kısmı da halkımızın "özel tüketim harcamaları"dır. Halkımız bununla gıda, dayanıklı tüketim malları, eşya alır. Diğer ihtiyaçlarını karşılar.
Ülkede ekonomi iki şekilde durur: Ya ülkenin milli geliri düşer. Ülke önceki yıllara göre fakirleşir. Tüketim ve yatırıma gidecek para azalır.
Ya da halk tüketimini kısar. Tüketimin kısılması ile artan tasarruflar da yatırıma gitmez ise piyasa durur.
Galata Köprüsü dediğiniz yer sadece bir vapur iskelesi değildi eskiden... Sabah yolcu indirir, akşam yolcu bindirirdi... Kendinizi yorgun mu buldunuz akşam vakti... Köprüaltı kahvehaneleri işte o yorgunluğu almak içindi. Bir fincan kahve, dilerseniz bir şişe nargile... Bir dostunuzla "iki mars bir oyun" tavla... Yorgunluk kallavi mi? Yanıbaşı meyhane... Dizi dizi kitaplar da satılırdı bir köşede... Uzun Ömer piyango bileti satardı. Onun yanındaki manavlarda taze ceviz, badem hıyar, incir, kestanenin en nefisi bulunurdu.
Vapurlar gelir giderdi... Bir mütevazı "şiir" gibi... "Vapurlar / ballı börekli / çaylı çörekli / nane şekerli / Simitli / yorgun istimli / çeşit çeşit isimli / Kalender / Tarzınevin / Suat / Ülev / Halas / Vapurlar / yorgun argın / geçmişe dargın / vapurlar..."
Şimdi bir başka köprü var aynı yerde... Betondan bir karayolu köprüsü... Ne iskelesi var, ne insan sıcaklığı... Üstelik açılıp kapanmıyor. Vapurlar o yüzden Haliç'te rehin... Denizi sevmeyen insanların hükmettiği İstanbul öldürüyor, hem denizi hem denize ait güzellikleri... Gariban şehir... Ve de eski Galata Köprüsü Haliç'e çekilmiş, altı boş, üstü boş ölümü bekliyor.
Misssss gibi domates kokusuna hasretim... Eve domatesin girdiğini, domatesin kesildiğini kokusundan anlardım.
Şimdi domates niyetine satın aldığım ürünü kesiyorum kokusu yok. Ağzıma atıyorum tadı yok.
Domates diyarı Türkiye'de, her şey bozulduğu gibi domatesler de bozuldu. Tarım uzmanları diyor ki, "Misssss gibi domates tarlada, güneş altında ve belli mevsimde yetişir. Taşınmaz. Hemen yenilir. Halbuki günümüzde üretici kıpkırmızı, sert, taşınabilen ve uzun süre bozulmayacak tür domates istiyor. İşte genetik uzmanlarının bu siparişe göre hazırladıkları domates de bu... Maalesef bu ısmarlama domatesin tadı da olmuyo, kokusu da. İster beğenin, ister beğenmeyin..."
Sadece o kadar mı? Dahası var. Şimdi tüketiciye her mevsim domates sunabilmek için domatesler serada üretiliyor. Tarla şartlarından soyutlandırılmış, seralarda bulunan domates bitkileri rüzgar, arı, kelebek gibi tabiatın doğal araçlarından yoksun olduğundan çiçekleri döllenemiyor. Meyveleri domatesler doğamıyor. O zaman da devreye hormon giriyor. Suni döllenmeyi ve gelişmeyi sağlıyor, ama domatesin bünyesinde kalıyor.
Ama insanoğlu durmuyor. Her derde çare