ÇOK fiyat etiketi gördüm ama böylesini görmedim! Şimdi fiyat etiketleri de "elektronik" olmuş. Bizim zamanımızda fiyat etiketi kağıttan, kartondan olurdu. Malın fiyatı kartonun, kağıdın üzerine yazılırdı. Fiyat değiştikçe eski rakam çizilir, yenisi yazılırdı.
Elektronik etiketi görmeyene, bilmeyene tarif edeyim: Hani pilli hesap makineleri var ya... Düğmesine basılınca, küçük ekranında rakamlar dolanıyor. İşte o biçim. Malların dizildiği rafların önüne küçük pilli bir hesap makinesi ekranı benzeri bir aleti fiyat etiketi olarak koyuyorlar. Ekranda sadece malın fiyatı yazmıyor. Rakamın yanında "fırsat", "ucuzluk", tenzilatlı satış" gibi kısa mesajlar da yer alıyor. Mesajlar yanıp sönüyor. Elektronik fiyat etiketini koskocaman bir alet sanmayınız. Bir kibrit çöpü inceliğinde, iki santim eninde, kibrit kutusu boyunda bir şey... Bu fiyat etiketlerinin her biri ışınlama ile bir merkezden ayarlanıyor. Merkezi bilgisayarda bir düğmeye basılıyor, günde üç defa, beş defa fiyatlar değiştirilebiliyor. Veya sadece belli malların fiyatı ayarlanabiliyor.
Şimdi soracaksınız:
KRİZ ülkede yaşayanların tamamını etkiler. Ama bazıları az, bazıları çok etkilenir.
"Kriz bizi etkiliyor. Devlet bizi kurtarsın. Bize para dağıtsın. Borçlarımızı affetsin" demek halkımızın aklına bile gelmez. Zaten bunları söylese de, ne sesi duyulur ne ilgilenen olur. Ama, kriz döneminde bazı firmalar "fırsat bu fırsat" diyerek, bazıları ise "batma telaşında ne yapacaklarını şaşırdıklarından" başlarlar feryada: "Biz batıyoruz... Devlet bizi kurtarsın..." Sonra başlarlar devletten istediklerini sıralamaya. Sesini yükselten, avukatını iyi seçen, kendi sorununu ülke sorunu, ülkenin tek sorunu imişçesine göstermede başarılı olur.
Saf ve bakir Anadolu insanının acıma duygusu derin olduğundan, kendi perişan durumunu unutup başlar "ağlaşanlara, sızlaşanlara acımaya": "- Vah zavallı firma, batacak... Vah zavallı işadamı, zor duruma düşmüş... Devlet yardım etse de batmasa, zordan kurtulsa" diyerek dua etmeye.
Devletin kadroları, politikacılar da iş çevrelerinden gelen ağlamalara, sızlanmalara karşı pek hassas, tehditler karşısında pek
KRİZİ önce teşhis edelim. Ne olduğunu ve ne olacağını bilelim. Sonra tedaviye geçelim. Tedavi için ne yapılır ise ne sonucun ortaya çıkacağını da önceden görelim.
- Krizler adı üzerinde gelip geçicidir. Ne zaman geleceğini ve ne zaman gideceğini bilmek imkansızdır. Ama, başarılı ekonomi yönetimi ile gelişi ertelenebilir, gidişi çabuklaştırılabilir. Kötü etkisi önlenebilir veya azaltılabilir.
Türkiye'deki ve başka ülkelerdeki kriz de (üç gün mü desem, üç ay mı desem, üç yıl mı desem...) üç zaman sonra mutlaka geçecektir. Biz akıllı davranırsak çabuk geçer. Az zarar ile krizi atlatırız.
- Kriz genelde ülkede yaşayan insanların tümünü, tüm halkı etkiler. Güçlü ve hazırlıklı firmaları az, güçsüz ve hazırlıksızları çok etkiler.
Sesi daha yüksek çıkanlara bakarak, krizin sadece belli sektörleri etkilediği, belli firmaları güç duruma ittiği yanılgısına düşmemek gerekir.
- Kriz, ekonomide yanlış yapılmış yatırımların, yanlış yönetilen firmaların, kötü
BUGÜN Ytongçular İstanbul'da gazbetonun Türkiye'de üretiminin 35'inci yılını kendi aralarında kutlayacaklar.
Türkiye gazbetonu Ytong adı ile tanıdı. 35 yıldır "Ytong" üretiliyor. Ytong, gazbetonu keşfeden İsveçli grubun ticari markası. Şimdilerde başka gruplar, başka lisanslarla ve markalarla gazbeton üretiyor. Türkiye'de de gazbeton üreten grupların sayısı hızla artıyor.
Gazbetonun ve Ytongun Türkiye'de üretimine geçilmesinin ilginç bir hikayesi var.
Gazbeton hikayesinin kahramanı Hilton Oteli. Bilindiği gibi İstanbul'daki Hilton Oteli'nin mülk sahibi Emekli Sandığı. Otelin binasını projelendiren ve yapımını gerçekleştiren ise ünlü Amerikan Hilton Otel İşletmesi. 1950'li yılların başında Türkiye'de inşaat sektörü gelişmediğinden, binanın yapımı işini iki Alman şirketinden oluşan bir konsorsiyum üstleniyor. İnşaat için Türkiye'ye gelen Almanlar kendileriyle çalışacak Türk mühendisleri arıyor. Almanya'da inşaat eğitimi gördüğü ve Almanca dilini bildiği için Bülent Demiren isminde bir genç Türk mühendisi Hilton Oteli şantiyesinde
AFİFE, orta halli bir ailenin kızı olarak 1902 yılında İstanbul'da Kadıköy'de dünyaya geldi. 10 Kasım 1918 tarihinde Darülbedayi'ye (Belediye Şehir Tiyatrosu'na) talebe olarak kabul olunan Beyza, Refika, Behire ve Memduha adlı beş kızdanbiri idi. Afife ve Refika hariç, öteki kızlar "nasılsa sahneye çıkamayacakları"nı anlayarak tiyatroyu bıraktı. 18 Aralık 1918 tarihinde Afife Darülbedayi "mülazım artistlik" (stajyer oyuncu) kadrosuna alındı. Refika, suflör oldu.
Afife bir yıl süreyle bütün provalara devam etti, ama bir türlü sahneye çıkarılmadı. 1919 yılında, Hüseyin Suat'ın "Yamalar" adlı oyunundaki Emel rolü, Eliza Binemeciyan'ın Paris'e gitmesiyle ortada kaldı. Darülbedayi yöneticileri, ister istemez bu rolü Afife'ye oynattı.
Afife, 22 Nisan gecesi, Kadıköy'deki Apollon Sineması'nda (sonraki Hale, şimdiki Reks) Emel rolü ile sahneye çıkan ilk Müslüman Türk kadını oldu. Zaptiyelerin uyarısına rağmen Afife bir hafta sonra da "Tatlı Sır" oyununda yeniden sahneye çıktı. Ama Afife zaptiyelerin elinden kurtulamadı. Dahiliye Nezareti'nin Müslüman kadınların
CSTWERTSKST şehrinde Marichelli Borboie adında ihtiyar bir kız vardı. Sofuluğuyla, kız oğlan kız oluşuyla, yaptığı hayır işleriyle haklı bir ün kazanmıştı. Günde en azından bir ayin dinler, haftada en azından iki günah çıkartırdı. Tek amacı öbür dünyada Aziz Pierre'nin elini sıkmak, cennete gitmekti.
Fakat tanrı, Bayan Borboie'nin sabrını sınamak için onun başına bir bela gönderdi. Yetim kalan yeğeni Bobillas, Bayan Borboie'nin hayatını zindan eyledi. Bu dinsiz, imansız haylaz çocuk, sarhoşluğu, kavgaları, kötü kadınlara düşkünlüğü, iyi kadınları iğfal etmesi ile Cstwertskst şehrinin baş belası oldu.
Derker. ülkesinin karıştığı bir savaş, Bayan Borboie'ye yeğeninden kurtulmak için bir fırsat yarattı. Yeğenini askere gönderecekti. Bobillas'ı süvari birliğine yazdırdılar, atına bindirip cepheye yolladılar.
Bobillas askere gideli altı ay olmuştu. Poldev orduları sınırda savaşırken bir salgın hastalık Cstwertskst şehrini kasıp kavurdu.
Bayan Borboie hastalığa ilk yakalananlardan biri oldu. Ölümünü
BUGÜN, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin 50'nci yıldönümü. Aralarında Türkiye'nin de bulunduğu 50 ülke tarafından 1945 yılında kurulan Birleşmiş Milletler tarafından oluşturulan bir komisyonun hazırlarığı İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, bundan 50 yıl önce 10 Aralık 1948 tarihinde Genel Kurulca kabul ve ilan edildi. Türkiye bu beyannameyi 6 Nisan 1949 tarihinde onayladı.
Nedir bu "insan hakları" denilen haklar acaba? Yenilir mi, yutulur mu? Sayın okuyucularıma kısaca anlatayım.
Bu işin iki yüz yılı aşkın bir geçmişi var.
Fransız İhtilali'nden sonra toplanan Kurucu Meclis, bir "İnsan ve Yurttaşlık Hakları Beyannamesi" hazırladı. 4 Temmuz 1776 ABD Bağımsızlık Bildirgesi'nden de esinlenen 17 maddelik bu beyanname 1791 Fransız Anayasası'na önsöz olarak eklendi.
1789 İnsan ve Yurttaşlık Hakları Beyannamesi'nin önemli maddeleri şöyledir:
(1) İnsanlar hukuk bakımından özgür ve eşit doğar ve öyle kalırlar, toplumsal ayrılıklar ancak
EKONOMİNİN durumu kötü. Kimine göre "sorun" var. Kimine göre "kriz" var. Tüm işletmeler bu kötü durumdan etkileniyor. Ama tekstil sektörü, ekonominin diğer kesimlerden daha farklı bir durumda. Ateş içinde. Yanıyor. Ayakta duracak hali kalmadı. Gerçek anlamda krize girdi.
İşte burada "ak koyun ile kara koyunu ayırmamız gerekiyor."
Dünya krizi ortaya çıkmasa idi, Türkiye dünya krizinden olumsuz etkilenmese idi farklı bir durumda olmayacaktık. Tekstil sektörümüz, er veya geç gene de krize girecekti.
Çünkü Türkiye'de tekstilde, hatalı bekleyişlere dayalı olarak fazla kapasite yaratıldı. Yanlış yatırımlar yapıldı. Fiyatı, kalitesi ne olur ise olsun her üretilenin satılacağı sanıldı.
Tekstilde büyük kar bekleyişlerine dayalı olarak kısa vadeli ve pahalı kredilerle yatırımlar gerçekleştirildi.
Sanayicilikle ilgisi olmayanlar, tarlasını, apartmanını satarak, binalar yaptı. Makineler satın aldı. Üretime başladı. Üretime başlayanlar maliyet faktörünü dikkate almadan