aBlogtoWatch’un kurucusu Ariel Adams, Ekim 2025’te yayınlanan “What We Learned From The 2025 aBlogtoWatch Watch Enthusiast Community Survey” başlıklı makalesinde, saat tutkunlarıyla yaptığı geniş çaplı anketin sonuçlarını paylaştı.
2007’de kurulan aBlogtoWatch, saat yayıncılığını tam zamanlı meslek haline getiren ilk blog olarak biliniyor. Hodinkee gibi e-ticaretle iç içe geçmiş ya da büyük yatırımcıların arkasında duran sitelerden farklı olarak, aBlogtoWatch editoryal bağımsızlığını ön planda tutuyor. Markaları eleştirmekten çekinmiyor, trafiğini kamuoyuyla şeffaf şekilde paylaşıyor.
Anketin en önemli sonucu
Adams’ın anket verileriyle ortaya koyduğu şey, modern dünyada insanların nasıl bağ kurduğuna, neye değer verdiğine ve zamanı nasıl anlamlandırdığına dair bir sosyolojik portre. Ankete göre saat koleksiyonerleri için esas mesele saatlerin kendisi değil, saatler üzerinden kurulan sosyal bağlar. Dijital çağın yalnızlaştırdığı, uzaktan çalışmanın sokağı boşalttığı, yüz yüze etkileşimin lüks haline geldiği bir dönemde saat merakı,
Fotoğraf sanatçısı Mario Giacomelli (1925-2000), “Benim için fotoğraf, imgelerin ve duyguların katmanlaştığı bir baskı levhası, bir taşbaskıdır” demiş. Ben de saatlerin görünen yüzüne aynı şekilde bakıyorum ve kadranda çoğu zaman tuhaf şeyler görüyorum.
En büyük sorun kötü kontrast ve en çok iskelet kadranlarda görülen okuma sorunu. İskelet saatler ise hem adıyla hem tasarımıyla itici, akrep ve yelkovanı bile görmekte zorlanarak saati okumak zor, çünkü bu yapı estetikten ziyade kaos sunuyor. Ayrıca camda yansıma önleyici kaplama olmayan saatleri gün ışığında okumak da bir eziyet. Kadran bir ayna gibi parlarken saati görmek imkansızlaşıyor.
Tipografik acılar
Kadrandaki italik yazılar veya sayılar da saatlere hiç yakışmayan bir unsur, yapay bir hava katıyor ve okunurluğu düşürüyor. El yazısı veya fazla süslü logolar veya açıklamalar ise tam bir felaket! Neden sade ve markaya özgü bir tipografi tercih edilmez anlamıyorum. Mesela Seiko 5’in yeni logosu, o geriye kaykılmış “S” şeklindeki
Saatlerin bazı özelliklerinden hiç hoşlanmıyorum. Ben estetik ve işlevsellik arasında denge arıyorum ama üreticilerin yaptığı küçük fakat kötü seçimlerin bazen tüm tasarımı mahvedebildiğini görüyorum. Bu yazıda, saatlerde beni en çok rahatsız eden detaylardan birini paylaşacağım. Ancak bir uyarı yapmam şart, rahatsız olduğum konuların bazıları sadece beni ilgilendiren kişisel takıntılardan oluşuyor ama kadranda kaybolan ve okuma güçlüğüne yol açan ibreler veya karanlıkta saati okumayı zorlaştıran zayıf ışıltı (lume) gibi konular birçok saatseverin ortak sorunu.
Akrep, yelkovan, saniye
Saatlerde en sinir bozucu detaylardan biri ibrelerdir. Mesela kronograf ibresi saat 12’deki çizgiyi tam ortalamıyorsa o saate bakmak bile istemem. İbrenin ucunun hafifçe sağa veya sola kayması kadranı çok dengesiz gösteriyor. Quartz saatlerde ise saniye ibresinin dakika işaretlerini ıskalaması da ayrı bir dert. Hatta bu nedenle çok sevdiğim bir saatin saniye ibresini söktürmüştüm, saniye ibresi olmayınca çok ferahladım. Kadranla
Audemars Piguet CEO’su Ilaria Resta’nın dairesel liderlik modelinden 5 Ekim 2025 tarihli yazımda söz etmiştim. Sıra Resta’nın liderlik anlayışını saat dünyasının diğer devleriyle karşılaştırmaya geldi.
Patek Philippe’te liderlik, Stern ailesinin kan bağından geçiyor. Muhafazakâr, talep yönetimi odaklı, geleneksel bir yapı. Rolex’te Hans Wilsdorf Vakfı’nın kurumsal disiplini var; gizlilik, istikrar ve uzun vadeli vizyon odaklı. Vacheron Constantin ise Richemont Grubu’nun profesyonel yönetim anlayışıyla, “gerekenin ötesini yapmak” felsefesiyle hareket ediyor. Hepsi başarılı ve hepsi güçlü ama hepsinde de lider, yukarıda duruyor. Hiyerarşi son derece katı ve mesafe belirgin. Resta’nın yenilikçi tarzı ise bunların tam tersi bir öneri sunuyor: Lider, merkezde ama her yere eşit mesafede. Bu sadece iletişim meselesi değil; kültürü, yeniliği, hatta risk alma cesaretini yönetmekle ilgili. Resta, “İnovasyonu teşvik etmek için risk almaya hazırım; zaman, insan kaynakları ve finans maliyeti olsa bile” diyor. Ama hemen ardından
İstanbul Ticaret Odası’nın (İTO) geçen yıl öncülük ettiği 10.10 Dünya Saatçilik Günü, Türkiye’de ikinci kez, dünyada ise ilk kez bir kutlamaya dönüştü. İTO Meclis Üyesi Dr. M. Çağrı Gündoğdu’nun girişimiyle başlayan bu süreç, insanlığın kültürel miraslarından biri olan saatçiliğin değerini ve kadim mirasını onurlandıran bir harekete evrildi. Neden 10 Ekim? Bu tarih, saat kadranlarında sıkça kullanılan 10’u 10 geçe konumunu simgeliyor. Akrep ve yelkovanın bu şekildeki simetrik duruşu, saat reklamlarında estetik bir standart haline gelmiş, gülümseyen bir yüzü andıran bu görüntü, zamanın pozitif ve davetkâr yanını yansıtıyor. Bu yıl İstanbul’dan Paris’e, Cenevre’den New York’a uzanan etkinlikler bu simgeyi somutlaştırdı; sergiler, rehberli turlar, söyleşiler, atölyeler ve kültürel buluşmalarla dolu bir gün yaşandı.
Ben de bu güzel günde, günlük bir gazetede düzenli olarak saatler üzerine yazı yazan tek gazeteci
Aylar önceki bir yazımda, Patek Philippe’in Başkanı Thierry Stern’in bir etkinlikte söylediği cümleleri aktarmıştım: “Bu mesele tutkuyla ilgili. Demek istediğim şu ki, gerçekten bu bir rüya olmalı. Aslında kimsenin bir Patek Philippe’e ihtiyacı yok.” Bu sözler, şu sıralar liderlik konusunda küstah bulunduğu için eleştirilen birine ait ama lüks saat endüstrisinin temel gerçeğini de özetliyor: Lüks saatler hatta saatler artık bir ihtiyaç değil kültürel bir arzu nesnesi. Peki böyle bir nesneyi üreten, onu hayal edilebilir kılan ve bir saati hayatımızın bir parçası haline getiren liderler ne yapıyor?
Yıllardır bu soruyu düşünüyorum. Çünkü lüks markaların liderlerini izlerken gördüğüm şey genellikle aynı: Uzaktan yönetme, hiyerarşiye sıkı sıkıya bağlı kalma, geleneklerin arkasına saklanma. Sanki arzuyu yaratmak için önce kendi varlıklarını gizlemeleri, erişilmez olmaları gerekiyormuş gibi. Uzun yıllar boyunca bu tavır işe yaramış olabilir ama artık işler öyle
Bazı saatler zamanı ölçmez, insanlığın zamana olan ebedi ilgisini bazen bir öyküye bazen bir sanata hatta bir evrene dönüştürebilir. Vacheron Constantin’in Louvre Müzesi’nde sergilenen La Quête du Temps (Zamanın Peşinde) adlı astronomik saati bu düşünceyi somutlaştırıyor. 17 Eylül- 12 Kasım 2025 tarihleri arasında Louvre’un “Mécaniques d’Art” (Mekanik Sanatlar) sergisinde Antik Çağ, Rönesans ve Aydınlanma Çağı’na ait 11 saat arasında yer alan bu devasa masa saati, uzun tarihi boyunca kesintisiz üretim yapan markanın 270. yıldönümünü kutlamak amacıyla “inşa edilmiş” bir eser.
La Quête du Temps, Eski Mısır’dan 2350 yıllık bir su saati ve 5 yaşındayken tahta oturduktan sonra 59 yıl hüküm süren XV. Louis’ye (1710-1774) sunulan Pendule La Création du Monde (Dünyanın Yaratılışı) saatiyle aynı yerde sergilenerek zaman ölçümünün evrimini gösteriyor. Antik Çağ’a uzanan bir geleneği temel alarak zaman, evren ve insan arasındaki
Europa Star, 1927’de saat meraklısı Hugo Buchser tarafından İsviçre’de kurulan, dünya saatçilik sektörüne ışık tutan ve halen yayımlanan dünyanın en eski ikinci saat dergisi. Halen yayımlanan en eski saat dergisi ise 1858’den beri aylık çıkan Horological Journal isimli hakemli bir dergi. Europa Star ise çok daha ilginç bir dergi çünkü yayıncı Serge Maillard şirketin dördüncü neslinin temsilcisi ve kendisinden yardım istediğimde hemen sorunumu çözen müthiş bir yayın yönetmeni.
Ben bu güzel dergiyi yıllar önce ilk kez 130 yıllık tarihi olan Tevfik Aydın firmasının üçüncü kuşağı Ömer Aydın’ın ofisinde görmüştüm. Merakla hemen karıştırmaya başlayınca da üzerine konuşmuştuk. O gün bugündür Europa Star dergisini çok severim. Hem geleneksel saatçilik hem de teknolojik yeniliklere dair kapsamlı analizlerle küresel saat endüstrisinin gelişimini 98 yıldır yakından takip eden dergi; İngilizce, Fransızca, Rusça, İspanyolca ve Çince yayımlanıyor, yılda 5