Son günlerde Mısır’daki sıcak olaylar, Suriye’de haftalardan beri devam eden krizi ikinci plana itti. Ancak Suriye meselesi hâlâ uluslararası gündemde güncelliğini -ve de ciddi yerini- koruyor.
Bu konuyu canlı tutan -Esas rejime karşı giderek yayılan silahlı mücadelenin dışında- iki yeni olay var: Biri Suriye’de “tampon bölge”nin veya “insani yardım koridoru”nun kurulmasına ilişkin girişimler... Diğeri ise, Arap Birliği’nin Suriye’ye gözlemci gönderme konusundaki ültimatomu...
Mısır yarım kalmış bir devrimin tamamlanması sancısını yaşarken, Suriye de iç savaşa dönüşebilecek halk ayaklanmasının yeni bir aşamasına giriyor...
Her iki olayın ortak yanı, sonucun kestirilememesi ve geleceğin belirsizliklerle dolu olmasıdır.
* * *
Suriye meselesinde öncelik şiddetin durması ve artık kan dökülmemesidir. Bugün gelinen noktada, artık Esad yönetimi ile sokaklara dökülen muhaliflerin uzlaşıp barışması olasılığı çok zayıf.
Şimdiye kadar bunu sağlamak için harcanan çabalar hep boşa çıktı. Türkiye bunun için az uğraşmadı. Artık Başbakan Erdoğan da umudunu tamamen yitirdi ve hafta içinde Esad’a (Hitler’den Kaddafi’ye kadar birçok diktatörleri örnek göstererek) “artık çekil” diye
Mısır’ın önünde iki kritik gün var: Biri bugün, cuma... Diğeri ise 8 Kasım Pazartesi...
Tahrir meydanında “ikinci dalga” gösteriler geçen cuma başlamıştı. Mısır devriminin ikinci aşamasını oluşturan bu gösteriler, askeri yönetimin yaptığı bazı jestlere rağmen yatışmadı. Aksine, protestocular ülke çapında eylemlerini sürdürüyor.
Bugün cuma ve genelde Mısır’da -ve Arap dünyasında- özellikle cami çıkışında gösterilerin kanlı çatışmalara dönüştüğü çok sık görülen bir olay...
Devam eden bu gerginlik ortamında, parlamento seçimlerinin ilk aşaması, daha önce kararlaştırıldığı gibi, önümüzdeki pazartesi yapılıp yapılmayacağı belli değil. Bazı muhalefet grupları (liberal Wafd partisi gibi) bunun ertelenmesini istiyor; bazısı da (özellikle Müslüman Kardeşler’in siyasi kanadı olan Özgürlük ve Adalet Partisi) seçimlerin zamanında yapılmasında ısrar ediyor.
Askeri yönetim de bu ikinci görüşte. Ama yeter ki gösteriler, taşkınlıklar dinsin ve halk sandık başına rahatça gidebilsin...
Halk ne istiyor?
Devrim halkın bir diktatörü veya otoriter rejimi devirmesinden ibaret değil. Bu tür eylemler daha çok darbe kategorisine girer. Oysa devrim, bir ülkenin siyasal ve toplumsal düzeninde köklü bir değişim ve dönüşüme yol açan bir harekettir.
Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yaşanan halk hareketleri şimdiye kadar en az üç ülkede -Tunus, Mısır ve Libya’da- diktatörlerin devrilmesini sağladı. Kuşkusuz bu ülkelerde halk “Arap Baharı” diye adlandırılan tarihi olayı -yani insanların sokaklara dökülüp yıllanmış diktatörleri alaşağı etmesini- bir “devrim” olarak nitelendiriyorlar.
Ne var ki, şimdi Mısır’da görüldüğü gibi, olaylar darbeden esas devrim aşamasına giriyor. Tahrir Meydanı’ndaki yeni eylem, işte bunun habercisi...
Arap coğrafyasındaki hareketler, henüz tamamlanmayan, nasıl ve ne zaman noktalanacağı belli olmayan bir devrim sürecinin parçalarıdır. Bu süreç Arap dünyasındaki belirsizlikleri ve kaypaklığı taşıyor.
Oysa, Soğuk Savaş’tan sonra, Doğu Avrupa ülkelerinde cereyan eden farklı isimli devrimler, belirli bir çizgide gelişerek kısa zamanda amacına ulaşmıştı. O halk hareketlerinde net hedefler, bilinçli kitleler, güçlü liderler vardı. Ortadoğu’daki hareketlerde bu unsurlar
Geçen cuma gününden beri Kahire’nin Tahrir meydanında olanlar, Mısır devriminin henüz tamamlanmadığını ve hatta şimdi ikinci aşamasına girmekte olduğunu gösteriyor.
Geçen şubatta Hüsnü Mübarek’in devrilmesi, aynı meydanda 18 gün süren kitlesel gösterilerin bir sonucuydu. Bu bakımdan Tahrir Meydanı, özgürlük ve demokrasi için halkın giriştiği ayaklanmanın ve hatta “Arap Baharı”nın bir sembolü olmuştu. Sonuçta Mısır’da kısa zamanda ve az kan dökülerek gerçekleşen rejim değişikliği, “sokağın gücü”nü ortaya koymuştu...
Şimdi Mısırlılar gene sokaklara dökülüyorlar ve Tahrir Meydanı’nda toplanıyorlar.
Bu kez amaçları ne? Bu devrimin devamı ya da ikinci bir devrim mi? Bu yeni hareket Mısır’ı nereye götürecek?
* * *
Geçen şubattaki “birinci Tahrir hareketi”nin amacı açıktı: Mübarek rejiminin devrilmesi ve demokratik bir rejimin kurulması...
Meydanı ve Mısır çapında sokakları dolduran milyonlarca insan, farklı siyasi ve ideolojik eğilimlerine rağmen, bu hedef etrafında toplanmıştı.
Bir süreden beri Arap Baharı ve son olarak Suriye’deki olaylar, İran’ın nükleer alanda “sessiz ve derinden” yürüttüğü nükleer faaliyetini unutturdu. Oysa geçen yıl bu zamanlarda dünya “İran krizi”ne odaklanmış durumdaydı.
Şu günlerde dikkatler her ne kadar Suriye ve Arap dünyası üzerinde toplanmış olsa da, İran krizi birdenbire gene gündeme gelmiş bulunuyor.
Birleşmiş Milletler’e bağlı Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (IAEA)’nun bu hafta yayınladığı rapor, konuyu tekrar öne çıkardığı gibi, yeni bir gerginlik ve sürtüşme olasılığını da yarattı.
Rapor, kuruma bağlı gözlemcilerin ve uzmanların uzun ve yoğun çalışmaları sonucunda ulaştıkları belge ve bilgilere dayanarak şu hükme varıyor: İran nükleer çalışmaları sadece sivil amaçlarla değil, nükleer silaha sahip olmaya yönelik olarak da sürdürmektedir. Bu alandaki projelerde önemli gelişmeler kaydedilmiştir. İran şimdi nükleer silah üretme kabiliyetine sahip olma noktasına daha yaklaşmış durumdadır.
Raporla ilgili yapılan açıklamalarda İran’ın nükleer bomba dizaynı konusunda bilgisayar çalışmalarında bir hayli ilerleme kaydettiği, ayrıca bu bombaları taşıyabilecek füzelerin de geliştirildiği belirtiliyor...
Esas niyet
Suriye krizi Arap Birliği’ni uluslararası platformda önemli bir aktör olarak öne çıkardı.
İki hafta önce Suriye’de şiddetin durması için bir barış planı sunan ve bu şartların yerine getirilmemesi üzerine Suriye’nin üyeliğini askıya almaya karar veren Arap Birliği, bu hafta yeni adımlar atmaya hazırlanıyor.
Birliğin dışişleri bakanları yarın Fas’ta toplanarak Beşar Esad’a verilen sürenin dolmasından sonra, Suriye’ye karşı uygulanacak yaptırımları görüşecekler. Bakanlar ayrıca, Suriyeli muhalefet liderleriyle de toplanacak ve onlarla ortak stratejiler belirlemeye çalışacaklar. Bu arada Türk-Arap İş Konseyi toplantısı vesilesiyle Fas’a gidecek olan Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Arap Birliği mevkidaşlarıyla Suriye konusunda bundan sonra atılacak adımları görüşecek...
Dün de belirttiğimiz gibi, Esad’ın etrafındaki kıskacın daralmasında, Arap Birliği’nin son sergilediği tutumun büyük payı var. Birlik bu inisiyatifi ile Şam diktatörünü izole eden ve ağır baskı altında tutan yeni bir uluslararası hareketin öncülüğünü üstlenmiş oluyor.
Bunun Suriye’deki gidişatı etkileyeceği muhakkak. Fakat Arap Birliği’nin bu olayda aldığı tavır, bir başka açıdan da önemli: Bu tutum Arap Baharı
Suriye Cumhurbaşkanı Beşar el Esad’ın etrafındaki kıskaç giderek daralıyor. Gerçi Şam diktatörü şimdiye kadar halk ayaklanmasını şiddetle, amansızca bastırmak yolunu seçti, Türkiye dahil yakın dostlarının tavsiye ve çağrılarını hiçe saydı. Ama sonuç meydanda. Görünüşe göre, Esad rejimi “sonun başlangıcı” aşamasına giriyor..
Bundan sonra Esad’ın hâkimiyetini pekiştirmek için baskıcı davranışlarını veya taktik manevralarını sürdürmesi, ona biraz daha zaman kazandırmaktan başka bir işe yaramayacak. Ama bu saatten sonra Suriye halkının ve dünyanın Esad’ın sözüne güvenmesi ihtimali yok gibi...
Darbe üstüne darbe
Şam diktatörü son günlerde içerden ve dışardan darbe üstüne darbe yemiştir.
Arap Birliği’nin Suriye’nin üyeliğini askıya almak ve gerekirse siyasi ve ekonomik yaptırımları hayata geçirmek kararı, yediği en ağır darbedir. Bu karar Esad’ı ilk kez Arap dünyası içinde de tam bir yalnızlığa sevk etmiş bulunuyor.
Arap Birliği’nin sergilediği tavır, Şam üzerindeki baskıların ve olası yaptırımların yolunu açıyor ve Esad’ı daha da köşeye sürüyor.
Yunanistan’ın ve İtalyan’ın, içine düştükleri ekonomik kriz batağından çıkmak için bir cankurtaran simidi gibi sarıldıkları iki kişi var. İkisi de politika âleminin dışından geliyor. İkisi de ekonomist...
64 yaşındaki Lükas Papadimos, Avrupa Merkez Bankası’nın başkan yardımcılığını yapmış. 68 yaşındaki Mario Monti ise hem akademisyen, hem de daha önce AB Komisyonu’nda çalışmış...
Şimdi ikisi de, kendi ülkelerinde hükümetin başına geçiyor.
Papadimos, hafta başında istifa eden Yorgo Papandreu’nun koltuğuna oturuyor. Monti de, önümüzdeki pazartesi resmen çekilmesi beklenen Silvio Berlusconi’nin yerine geçmeye hazırlanıyor.
Yunanistan’da ve İtalya’da hemen hemen aynı zamanda “seçilenler”in iktidarı “teknokratlar”a devretmesi, ilginç bir rastlantı değil mi?
Tabii her iki olayda da önemli olan, şu sırada politikacılara değil, teknokratlara ihtiyaç duyulması ve onların tercih edilmesidir.