Artık buna iç savaş dememek için sebep yok... Libya’da Kaddafi karşıtlarıyla rejim yanlısı güçler birbirleriyle yer yer çarpışıyorlar. Doğuda isyancılar Bingazi başta olmak üzere, geniş bir bölgeyi kontrolleri altında tutuyorlar. Bingazi’de, eski Adalet Bakanı Mustafa Abdülcedid’in başkanlığında bir Ulusal Devrim Komitesi, yani bağımsız bir yönetim kuruldu. Başkent Trablus ve etrafı ise Kaddafi’nin elinde. Ona bağlı ordu ve milis güçleri bu bölgede sağlam durduklardı gibi, isyancıların denetimindeki kentlere ve mevzilere de karadan ve havadan saldırıyorlar. Bu arada orduyu terk edip isyancıların safına geçenler de var. Şimdiye kadar çarpışmalarda ölenlerin sayısı 6 bin olarak bildiriliyor.
Libya’da halk ayaklanması üçüncü haftasına girerken durum bu.
Bunun kaygı verici yanı, çarpışmaların giderek kızışması ve iki tarafın da bu savaşı sürdürmeye kararlı olmasıdır. Bu bakımdan Libya’daki olay, Tunus ve Mısır’dakinden farklı. Bu iki ülkede rejime karşı ayaklanma, sınırlı çatışmalardan sonra, halkın sokaklara dökülmesi ve meydanları doldurması sonucunda başarıya ulaşmış, diktatörleri devirebilmişti.
Dünya tartışıyor
Tunus ve Mısır’da olanlardan sonra, uluslararası topluluk
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan son zamanlarda AB’ye verdiği bir mesajı, önceki gün Almanya ziyareti öncesinde de tekrarladı: “Türkiye’yi üye olarak istemiyorsanız, açık konuşun, bunu resmen söyleyin. Biz de ona göre ne yapacağımızı bilelim...”
Başbakan AB yetkililerine böyle seslenmekte haklı. AB ile katılım müzakereleri sürecinin tıkanması karşısında, Türkiye’nin gerçekten sabrı tükeniyor. AB üyeliği umudunu büyük ölçüde kaybeden halk kadar şimdi hükümet de, AB’nin gerçek ve samimi niyetini öğrenmek istiyor.
Peki, AB adına bir yetkili çıkıp açık seçik “Birlik sizi üyeleri arasında görmek istemiyor, boşuna uğraşmayın” der mi?
AB Komisyonu veya Konseyi adına kimse böyle demiyor. Üye ülkeler arasında bunu en açık şekilde söyleyen bir Fransa -daha doğrusu Fransız Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy- var. Nitekim, Fransız lideri geçen hafta Ankara’da açık konuştu: Türkiye’nin AB üyesi olamayacağını, ona farklı bir statü vermek gerektiğini söyledi ve bunun sadece kendi görüşü olmadığını, başkalarının da böyle düşündüğünü, ama kendisinin bunu dobra dobra söylemek cesaretini gösterdiğini iddia etti.
Bugün var, yarın yok
Aslında Sarkozy’nin bu söylediklerinde bir yenilik yok. Bu lafları
BM Güvenlik Konseyi’nin Kaddafi rejimine karşı ambargo uygulama kararının önemli özelliği, kararın oybirliğiyle ve süratle alınmış olmasıdır.
Genelde yaptırımlar konusunda Güvenlik Konseyi’nde uzun tartışmalar, tereddütler, itirazlar, oyalamalar olur. Bu tür kararlar zor çıkar, hatta bazen hiç çıkmaz.
Libya konusunda ise konseyin 15 üyesi arasında bir konsensüs olması ve kararın hızla alınması, şaşırtıcı oldu.
Çoğu zaman yaptırımlara karşı hassas davranan Rusya ve Çin de verilen tasarıyı tereddütsüz destekledi. Bu arada Arap Birliği ve Afrika Birliği de, konseyin Kaddafi rejimine karşı tedbir almasını istedi. Daha da önemlisi, Libya’nın BM’deki temsilcisi de bu koroya katıldı.
Kısacası bu kararla uluslararası topluluk, Kaddafi rejimine karşı, tek vücut halinde, güçlü bir tavır sergilemiş oldu.
Ne yazık ki, Başbakan Erdoğan’ın bu karar öncesinde yaptığı konuşma uluslararası konsensüse ters düşen bir tutum ortaya koydu. Libya’ya karşı yaptırım uygulamasına karşı çıkan Başbakan ambargonun Libya halkının şartlarını daha zorlaştıracağını öne sürdü ve uluslararası topluluğu “petrol kaygısıyla değil, vicdanla, hakla, hukukla, evrensel insan değerleriyle yaklaşmaya” çağırdı...
Dün de yazdığımız gibi, Libya’da halk hareketi karşısında Muammer Kaddafi’nin pes edip zaman kaybetmeden çekilmesi ihtimali yok gibi. İnatçı diktatör ülkenin önemli bir kısmı üzerindeki kontrolünü kaybettiği halde, direnmeye ve kendisine bağlı güçleri başkaldıranların üzerine acımasız şekilde sürmeye devam ediyor.
Libya’da daha günlerce kan dökülmesi tehlikesi büyük. Bu arada gözü dönmüş diktatörün yeni çılgınlıklar yapması, örneğin ayaklananlara karşı hardal gazı gibi kimyasal silahlar kullanması ya da “kurtarılan” doğu bölgesindeki petrol tesislerini bombalaması korkusu bile var.
Olayın boyutları artık bütün dünyayı yakından ilgilendiren ve kaygılandıran ölçüde. Batı dünyasının gözleri sadece Libya halkına karşı girişilen ve binlerce kişinin hayatına mal olan katliam nedeniyle değil, aynı zamanda olayın petrol fiyatlarını arttırmasından göç dalgasına kadar, çeşitli etkileri yüzünden, şu anda Libya’ya çevrilmiş durumda...
Peki uluslararası camia bu duruma son vermek için ne yapabilir?
Olayları şimdiye kadar izlemekle yetinen dünya bunu konuşmaya başladı nihayet.
Önce irade...
Libya’daki olayların Tunus ve Mısır’da olduğu gibi, halk hareketinin zaferiyle sonuçlanması umudu kısa vadede -yani önümüzdeki birkaç gün içinde- gerçekleşecek gibi görünmüyor.
Gerçi Kaddafi rejimi de eninde sonunda devrilecek; ama bunun ne zaman ve nasıl olacağını şu anda kestirmek imkânsız.
Bu belirsizliğin üç nedeni var:
- Birinci neden, Kaddafi’nin kişiliği ile ilgili.
Dünyadaki “diktatörlerin duayeni” (42 yıllık bir rekor), kendisini halk adamı ve devrimin rehberi olarak gösteriyor, ama o gerçekten bir “klinik vaka.” Yıllar boyunca dünya onun dengesizliklerini, garipliklerini ve gaddarlıklarını izledi... Şimdi de halk hareketi karşısında, o hırslı, bencil ve öfkeli karakteri ile, kendi halkının üzerine özel milis güçlerini, Afrikalı paralı askerlerini, hatta uçaklarını sevk ediyor.
Tunus ve Mısır liderleri de despottu; ama onlar sokaklara dökülenlere karşı böyle acımasız bir kıyıma girişmediler ve daha fazla direnmeden çekip gittiler. Libya’da, mevkiinde tutunmak için iç savaşı dahi göze alan Kaddafi gibi bir meczuptan her şey beklenir. Tarih çılgın liderlerin sebep olduğu “insanlık trajedisi” örnekleriyle doludur.
* * *
Bütün gözlerin iç savaşın eşiğine gelen Libya’ya çevrili bulunduğu bir sırada, iki İran savaş gemisinin Süveyş Kanalı’ndan geçerek Akdeniz’e açılması dikkatleri fazla çekmeyebilir. Ancak bölgedeki karmaşık tablo içinde bu olayın da anlamlı bir yeri var.
Kuşkusuz İran durup dururken, bir firkateyn ile bir ikmal gemisini Süveyş’e ve oradan Akdeniz’e göndermiyor. Bu, 1979’da İslam Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri İran donanmasının Körfez’den Süveyş Kanalı yolu ile Akdeniz’e ilk çıkışıdır.
Bunun siyasi anlamına gelince:
1. İran’ın Süveyş’ten savaş gemilerini geçirmesi olayının Mübarek rejiminin devrilmesinden hemen sonra gerçekleşmesi bir rastlantı değildir. İran yönetimi, bu girişimi ile şimdiki askeri rejimi “test” etmeyi ve zorlamayı denemiştir. Mareşal Muammer Tantavi başkanlığındaki askeri yönetim için dış politikada ilk ve zor karar İran’ın başvurusuna yanıt vermek olmuştur. ABD’nin ve İsrail’in baskılarına rağmen, yeni Mısır yönetimi gemilere geçiş izni vermeyi uygun görmüştür.
2. İran bu iki savaş gemisi ile Akdeniz’de ilk kez bir gövde gösterisi yapmakta, böylece özellikle İsrail’e ve ABD’ye “bu sularda ben de varım” mesajını vermektedir. Bu, İsrail tarafından bir
Arap dünyasını sarsan halk hareketlerinin başlamasından bu yana, Türkiye’nin en yakından ve en büyük endişe ile izlediği ülke, Libya’dır.
Bunun nedeni, oradaki olayların binlerce Türk vatandaşının can ve mal güvenliğini ciddi şekilde tehlikeye düşürmesidir.
Diğer bir deyişle, Libya’da olup bitenler, Türkiye’yi sadece Kaddafi rejiminin ve ülkenin siyasi geleceği açısından değil, orada çalışan ve yaşayan Türklerin akıbeti bakımından da direkt olarak ilgilendiriyor.
Nitekim şu anda Türkiye’nin derdi, bir iç savaşa doğru sürüklenmekte olan Libya’da öfkeli Libyalıların saldırılarına hedef olan Türklerin süratle yurda dönmelerinin sağlanmasıdır.
Libya’daki halk ayaklanması, komşuları Tunus ve Mısır’daki olaylardan çok farklı bir seyir izliyor. Kırk küsur yıldan beri iktidarda bulunan Muammer Kaddafi bu hareketi bastırmak için, ordusunu ve milis güçlerini amansız bir şekilde kullanıyor. Onu devirmek amacıyla baş kaldıranların bir kısmı Bingazi gibi bölgeleri ele geçirmeye uğraşırken, işsiz ve başıbozuk kitleler Türklerin de bulunduğu lojmanlara saldırıyorlar, mallarını yağmalıyorlar ve etrafı ateşe veriyorlar...
Bu bakımdan Libya’da olup bitenler, diğer Arap ülkelerindeki durumdan
ABD’nin Türkiye’deki yeni Büyükelçisi Francis J. Ricciardone’nin son beyanları, günlerden beri siyasi çevrelerde ve medyada hararetle tartışılıyor.
Bu tartışmalardaki argümanları bir an için kenara bırakıp Büyükelçi’nin söylediklerini, daha geniş bir çerçeve içinde ele alarak, Obama yönetiminin dış politikadaki yeni bir yaklaşımına dikkatleri çekmek istiyorum.
Son yıllarda ABD, çeşitli devletleri ve özellikle Ortadoğu ülkeleriyle ilişkilerini “reel politik” ilkesine oturtmuştur. Bu nedenle Washington, kendi çıkarları uğruna, otoriter rejimlerle de sıkı bağlar kurmuş, bu ülkelerdeki insan haklarının ihlalini, ağır baskıları, görmezlikten gelmiştir.
ABD’nin bu gibi hallerde olaylara seyirci kalması, suskun davranması, zaman zaman eleştiri ve şikâyetlere hedef olmuştur. Bu ülkelerde özellikle muhalif çevreler (ki bunların arasında özgürlük için hayatlarını bile tehlikeye atan aydınlar ve yazarlar da vardır) ABD’nin ilgisiz davranmasından düş kırıklığına uğramış ve hatta Washington’u otoriter rejimlerin yanında yer almakla suçlamıştır.
Evrensel değerler
Başkan Obama iş başına geçtikten hemen sonra yaptığı konuşmalarda, dış politikada da özgürlük, insan hakları, demokrasi gibi