Bu fikrin esasen Türkiye'nin AB üyeliğine kuşkuyla yaklaşan Mümtaz Soysal ve Şükrü Sina Gürel tarafından savunulması doğal da, buna farklı bir üslup içinde de olsa, İlter Türkmen, Emre Gönensay, Murat Karayalçın ve Mesut Yılmaz'ın da katılması, bir sürpriz oldu.Nitekim konuşmaların böyle bir noktaya geleceğini beklemeyen Can Dündar da, bakanların bir "konsensüs içinde" olduklarını, böyle bir şeyin 5 yıl önce söz konusu dahi olamayacağını söyledi. Can Dündar bu mutabakatın ana hatlarını özetlerken de, bakanların AB ile son zamanlarda yaşanan bıkkınlık nedeniyle ilişkilerde bir "soluklanma"ya ihtiyaç duyduklarını, bunun için müzakere sürecine örneğin "bir yıllık ara" verilmesinde yarar gördüklerini ve bu yönde Türkiye'nin inisiyatifini kullanmasından yana olduklarını belirtti.Eski bakanlar arasında ortaya çıkan bu konsensüs, programın başında konuşan Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün söylediklerine ters düşüyor tabii. Gül, hükümetin AB ile müzakere sürecini aksatmamak konusundaki kararlılığını vurgularken, "Türkiye'nin hedefi belli; yola devam edilecektir" şeklinde konuştu... CAN Dündar'ın önceki akşam NTV'deki programında konuşan 6 eski Dışişleri Bakanı'nın, AB ile müzakere sürecine
Bu farklılıklara rağmen, bütün milletin takdirini, saygısını ve sevgisini kazanan, muhaliflerinin bile gönlünde taht kurabilen siyasi liderler -az da olsalar- vardır tabii.Önceki gün yaşamını yitiren eski Başbakan Bülent Ecevit, işte bu ender liderlerden biridir.Vefatının ülke çapında -ve dış dünyada- yarattığı derin üzüntü, çeşitli çevrelerin onun kişiliği hakkında ifade ettiği hayranlık ve sempati, Bülent Ecevit'in Türk siyasi hayatında aldığı müstesna yeri gözlerin önüne seriyor. Demokrasilerde bir liderin halkın tümü tarafından yüzde yüz desteklenmesi pek nadir görülen bir olay. Özgür ülkelerde, toplumun bir kesiminin, siyasi liderlerden farklı düşünmeleri, onların söylediklerine veya yaptıklarına karşı çıkmaları da doğal... Kuşkusuz Ecevit tarihe, son yarım yüzyılda Türkiye'nin iç ve dış politikasına damgasını vuran güçlü bir lider olarak geçecek. Ancak ona ülke çapında -hatta dünya genelinde- bu kadar, sempati ve hayranlık kazandıran esas neden, kişiliğiyle ilgili özellikleridir.Bu özelliklerin başında, dürüstlüğü, yüksek ahlakı, efendiliği, alçakgönüllülüğü, insan sevgisi, hoşgörüsü geliyor. Ecevit idealist ve hümanist yaklaşımıyla, Türk siyaset kültürüne yeni çağdaş bir
Girişimin "usul" ile ilgili faslı fiyaskoyla bitti. Finlandiya'da hafta sonu için öngörülen toplantı olmayacak. Ama Fin diplomasisi gene de önümüzdeki günlerde ve haftalarda önerilerini taraflara kabul ettirme çabalarını ikili temaslarla sürdürecek.Ev sahibi olarak Finlandiya'nın yaptığı davetin ardından, şimdi bu toplantının kimin yüzünden yapılamadığı tartışılıyor. Rumlar Türkiye'yi, Türkiye Rumları suçluyor. Finliler resmi beyanlarında kimseyi suçlamamaya özen gösteriyorlar; ama AB diplomatları genelde kabahati Ankara'ya yüklüyorlar. Türkiye'nin bu buluşmada Yunanistan'ın bulunması üzerinde ısrar ettiğini iddia ediyorlar.Bu tartışmanın temelindeki esas neden şu: Rum yönetimi Fin önerilerini doğrudan Türkiye ile müzakere etmek istedi. AB'yi devreye sokarak... Ankara ise, bu önerilerin iki toplum temsilcileri arasında tartışılmasını, Türkiye'nin bu tartışmalara daha sonra katılmasını istedi. Türkiye için Maraş gibi çözümün bir parçası olan konular AB değil, BM çerçevesinde ele alınmalı...Kısacası, "usul" ile ilgili tartışmalar, bu kez de tarafların "temel" pozisyonlarını öne çıkardı ve sonuçta esas pazarlıklar başlamadan sona erdi... Bu iş bitti mi?.. Yani AB Dönem Başkanı
Bütün dünyayı etkileyen iklim değişikliğine veya daha bilimsel deyimiyle, "küresel ısınma" olayına değineceğiz.Bu konu, son yayımlanan iki raporla, dünyanın gündemine oturmuş bulunuyor.Bu raporlardan biri, ünlü İngiliz ekonomisti Sir Nicholas Stern tarafından hazırlandı. Diğer rapor ise Birleşmiş Milletler'e ait.Mori kamuoyu araştırma kurumunun düzenlediği bir ankete göre, İngilizler küresel ısınmayı bir numaralı tehdit olarak görüyorlar. Ülkeyi hedef alan terörizm bile, onların gözünde, ikinci planda kalıyor. BİR sürü "ciddi sorun" varken, "hava"dan söz edilir mi? Biz burada erken gelen soğuktan, yağmurdan, selden bahsetmeyeceğiz tabii. Sir Nicholas'ın hazırladığı 700 sayfalık rapor, küresel ısınmanın nasıl artmakta olduğunu ayrıntılı olarak inceledikten sonra, şu uyarıda bulunuyor: Eğer, dünyayı saran iklim değişikliği hızla frenlenmezse, insanlık önümüzdeki yıllarda büyük bir felaketle karşılaşacak.Yerküresi üretim ve tüketimde salınan karbondioksit nedeniyle, giderek ısınıyor. Özellikle sanayiden ve trafikten kaynaklanan bu gaz emisyonları yüzünden kutup bölgesinde dahi buzullar erimeye başladı.Biz geçenlerde yaptığımız Alaska gezisinde son yarım yüzyıl içinde buzullar
Mümkün. İlk bakışta, Sırbistan'ın 200 maddelik yeni anayasası, devletin demokratik esaslar üzerinde yeniden şekillenmesini amaçlıyor. Anayasa, insan hak ve özgürlüklerini, azınlık haklarını garantiliyor, idam cezasını kaldırıyor, ama aynı zamanda milliyetçi bir anlayışla, "Sırbistan'ın Sırpların anavatanı" olduğunu belirtiyor ve bu arada Kosova'yı da "Sırbistan'ın kurucu bir unsuru" olarak nitelendiriyor...Referandum Kosova'da da yapıldı. Bu bölgede 2 milyona yakın Arnavut ile onun onda biri kadar bir Sırp azınlığı yaşıyor. Ancak bu Arnavutlara daha önceki seçimlere katılmayı reddettikleri için halkoylamasına katılma olanağı verilmedi. Zaten verilseydi de herhalde hiçbiri sandık başına gitmeyecekti. Dolayısıyla referandumun sonucunu, ülke çapında nüfusu 6.5 milyonu bulan etnik Sırplar (o da sadece yüzde 51.5'lik bir oranla) belirlemiş oldu. Sırbistan'daki referandum, Balkanlar'da yeni bir krizin -veya eski bir krizin yeniden- patlak vermesine yol açabilir mi? Belgrad'ın Kosova'yı Sırbistan'ın bir parçası olarak saymasına ve referandumla bunu anayasal bir dayanak noktası haline getirme çabasına şaşmamak lazım. Sırplar bir zamanlar "Büyük Sırbistan" hayalini gerçekleştirmek
Bu nasıl bir "zafer" anlayışıdır? Tablo apaçık ortada. Bunlardan hangisi "zafer"? Askeri alanda: Amerikan ordusu Saddam'ı devirdi, ama ülkeye hâkim olamadı. Irak'taki 140 bin Amerikan askeri, yaygınlaşan bir direnişle karşı karşıya. Yani ABD için Irak'ta savaş devam ediyor. Hem de direnişçi gruplarla cereyan eden "asimetrik" bir savaş. ABD kuvvetlerinin kayıpları (şimdiye kadar 2810 ölü) her gün artıyor...Siyasal alanda: Bush yönetimi, Irak'a barış ve istikrar getirmeyi vaat etmişti. Bunun tersi oldu. Iraklıların can ve mal güvenliği kalmadı, milli birlik bozuldu, etnik ve mezhep çatışmaları ülkeyi bir iç savaşa sürükledi. Halk şimdi ABD'den nefret ediyor.Diplomatik alanda: Bush, "Genişletilmiş Ortadoğu Projesi" gibi hayaller peşindeydi, Irak'taki varlığı ile bu ülkede ve bölgede demokrasiyi yerleştirecek, böylece nüfuzunu yayacaktı... Oysa bugün Amerika'nın geniş bölgede itibarı, etkinliği en düşük noktasında. Anti-Amerikanizm ise bölgede ve dünyanın çeşitli yerlerinde yaygın...Ekonomik alanda: Bu savaş ABD'ye pahalıya mal oluyor. Şu an itibariyle maliyeti 337 milyar dolar... ABD'nin Irak'ı işgal etmesinde rol oynayan başlıca faktör petrol kaynaklarını kontrol etmekti. Oysa ABD
Dünkü yazımızda, A&G firmasının yaptığı son kamuoyu araştırmasının ışığında Türk halkının AB'ye giderek soğuk bakmasının nedenlerini incelemiştik.Şimdi de madalyonun öbür yüzüne bakıp bu yeni eğilimin ortaya çıkmasında "bizden" kaynaklanan faktörleri ele alalım. TÜRK kamuoyunun AB üyeliği konusunda eski istek ve heyecanını kaybetmesinde, kabahat sadece AB'de mi? Türk tarafının da bunda bir payı var mı? Kamuoyu, genelde empülsif ve duygusal davranır, tepkileri hızlı ve güçlü gösterir. AB'nin bazı davranışları kadar Avrupalı politikacıların demeçleri, hatta Avrupa gazetelerinin yorumları böyle bir tepki görüyor... Halkta AB'nin işleyişi hakkında bilgi eksikliği var. AB'ye duygusallık içinde, kolaylıkla Türkiye'ye karşı "kötü emeller" atfediliyor, komplo senaryoları üretiliyor.Türk toplumunda yükselen milliyetçilik duygularının da bunda rolü var. AB'nin temel kriter ve ilkeleri, bazı hallerde (özellikle egemenlikle ilgili konularda) Türkiye'nin ulusal çıkarlarına karşı sayılıyor. AB'nin davranışları "müdahale" olarak görülüyor, bu tür konuların müzakeresi "teslimiyetçilik" olarak nitelendiriliyor...AB üyeliği yolunda kabul edilmesi gereken yasal değişiklikler ve siyasi, ekonomik
Sovyet yayılmacılığının ve Soğuk Savaş'ın bu en kritik döneminde, Budapeşte'deki halk ayaklanması, bir devrim niteliğini taşıyordu...Nitekim Moskova'da Politbüro üyeleri, başta bir şaşkınlık geçirdi. Ama Sovyet lideri Nikita Kruşçev sonunda (31 Ekim'de) son sözü söyledi: Bu ayaklanma Kızıl Ordu tarafından var gücüyle bastırılacaktı...O günden itibaren 200 bin kişilik bir kuvvet, 2600 tankın desteğinde Budapeşte'ye yürüdü. Direnişçiler (vatansever Macar askerlerinin de yardımıyla) kahramanca dövüştüler. Ancak 10 gün sonra Kızıl Ordu direnişi kırdı. Sovyetler ülkeye hâkim oldu, yakaladıkları yüzlerce direnişçiyi -ve İmre Nagy gibi liderleri- idam ettiler, binlercesini Sibirya'ya sürdüler. Devrim, 2 bin kişinin ölmesine, 13 bin kişinin yaralanmasına yol açtı. Ayrıca 200 bin Macar da ülkeden kaçtı... BUNDAN 50 yıl önce Budapeşte'de binlerce genç parlamento binasının önünde toplanıyor ve Sovyet ordusunun Macaristan'dan çekilmesini istiyordu. Stalin'in heykelini yıkan göstericiler, reformcu olarak tanınan eski başbakan İmre Nagy'yi yeniden göreve çağırıyordu... Macar ayaklanması, yakın tarihin en trajik sayfalarından birini oluşturuyor. Kanlı bilançonun yanı sıra, yabancı işgaline ve