<#comment>#comment>Irak’a karşı olası savaşın postal seslerinin daha yakından duyulduğu şu sırada, keşke böyle bir savaş çıkmasa diyoruz... Aynı şekilde, ille de bu savaş olacaksa, keşke Türkiye buna bulaşmasa diye düşünüyoruz...
İdeali olan bu tabii. Ama ne yazık ki, gerçekler farklı.
"Savaşa hayır" demekle, Bush’u ve Saddam’ı niyetlerinden vazgeçirmek mümkün mü? ABD Irak’ı vurmayı aklına koymuşsa - ki öyle görünüyor - onu kim durdurabilir? BM mi? AB mi? Arap Birliği mi? Türkiye mi?..
Türkiye’nin böyle bir savaşın tamamen dışında kalması da mümkün mü? Diğer bir deyişle Ankara bu durumda "karışmama - bulaşmama" politikasını izleyebilir mi? Örneğin İkinci Dünya Savaşı’nda izlenen "tarafsızlık" politikası gibi...
Bugünkü şartların çok farklı olduğunu unutmamalı. Ankara şimdi daha çok böyle bir savaşın "tamamen dışında kalma"nın sakıncalarını düşünmek zorunda. Tabii "en az ölçüde içinde olmak" koşulu ile...
***
<#comment>#comment>Kıbrıs konusunda KKTC lideri Rauf Denktaş’ın ve diğer resmi ağızların beyanları, adadaki Türkler ile Rumların hiçbir şekilde bir arada yaşayamayacağı savına dayanıyor.
Bunun nedenini anlamak kolay: Kıbrıs’ın bağımsız bir devlet olmasından kısa bir süre sonra Rumların Türkleri eritmek için giriştiği çeşitli ayak oyunları, baskılar, hatta saldırılar, Türk tarafında haklı olarak iki halkın birlikteliği konusunda ciddi kuşkulara ve kaygılara yol açtı. Ta Makarios zamanından başlayarak çeşitli Rum liderlerinin adada bir Elen hakimiyeti kurmaya yönelik art düşüncelerini açığa vuran konuşmaları ve davranışları, Türk toplumunda bu güvensizliği büsbütün artırdı.
Kabul etmek lazım ki, 1974 harekatından sonra Rum kesiminde de aynı şekilde Türklere (ve özellikle Türkiye’ye karşı) benzer duygular hakim olmuştur.
Yakın geçmişin bu izlerinin kolay silinmesi elbet mümkün değil. Bu durumda, Son Annan planının öngördüğü biçimde bir çözüm gerçekleşebilir mi? Diğer bir deyişle iki halk kendi kesimlerindeki özyönetimlerinin yanı sıra aynı çatı altında birlikte yaşamaya razı olurlar mı?
***
BU değerlendirmeyi yaparken, bir yandan Kıbrıs Türklerini nereden nereye
<#comment>#comment>AKP iktidarının işe başladıktan sonra, Kıbrıs dahil, bazı dış politika meselelerinde aldığı tavır, "devlet politikası" kavramını gündeme getirdi.
Bu kavramın yeni bir yaklaşımla tartışılmasında yarar vardır. Türkiye’nin demokratik standartlarını yükseltmeye çalıştığı bir dönemde, bu tür tartışmaların kimseyi rahatsız etmemesi ve yakışıksız suçlamalara yol açmaması gerekir...
Kıbrıs ile ilgili son tartışma, AKP liderlerinin Kopenhag zirvesi öncesinde, bu sorunun "çözümlenmesi zamanının geldiği"ni, çözüme ancak "karşılıklı özveriler" ile ulaşılabileceğini ve "statükocu tutumun terk edilmesi" gerektiğini beyan etmeleri sonucunda başladı. Böyle bir yaklaşımı köklü bir değişikliğin ilk işareti olarak gören çevreler, bunu "devlet politikası"na aykırı bir tavır olarak nitelendirdiler, hatta bu farklı görüşleri savunanlara karşı ağır suçlamalarda bulundular.
Sonuçta, AKP yetkilileri daha önce söylediklerine açıklık getirmeye çalışırken, yapılan üst düzey toplantılardan sonra, "resmi çizgi"yi benimseyen beyanlarda bulundular. Nitekim KKTC lideri Rauf Denktaş da, Çankaya zirvesinin ardından, yeni hükümetin "yerine oturuncaya kadar tereddüt geçirdiğini, ama sonunda
<#comment>#comment>Kopenhag zirvesinden çıkan kararın Türkiye için "zafer" mi, "fiyasko" mu olduğu tartışmalarına artık son versek iyi olur. Bu bizi bir yere götürmez. Ortada bir gerçek var: Karar bellidir. Şimdi dikkatler ve çabalar bundan sonra ne yapılması gerektiği üzerinde odaklanmalıdır.
Bunun yolu da bellidir: Öncelikle siyasal reformları Kopenhag kriterleri doğrultusunda hayata geçirmek şart. Bunun için de, daha önce (Kopenhag zirvesi arifesinde yapıldığı gibi) yumurta kapıya dayanıncaya kadar beklemeye gerek yok. Önümüzde epey zaman var, ama bugünkü tek partili iktidar ve uyumlu Meclis, yasal düzenlemeleri hızlı biçimde yapabilir.
İş bununla da bitmiyor: Türkiye yalnız siyasal değil, ekonomik ve sosyal alanlarda da, AB müktesebatını da dikkate alarak, şimdiden müzakere süreci için hazırlıklarına başlamalı. Bu da ne kadar hızlı gerçekleştirilirse, o kadar iyi olur. Sadece "AB gereği" olduğu için değil, siyasetçilerimizin sık sık tekrarladığı gibi, Türk halkının hayrına olacağı için...
Bu zamanı (yani iki yılı) iyi değerlendirme bağlamında, dikkate alınması gereken önemli bir nokta daha var: Türk toplumunun "hal ve davranış" alanında da standartlarını yükseltmesi
<#comment>#comment>Sonuç istediğimiz gibi olmadı. Bu kadar uğraşıldı, gidildi, gelindi, tartışıldı, ama Kopenhag’dan çıkan sonuç, beklendiği gibi gerçekleşmedi.
Malum: AB üyelik müzakerelerinin başlaması için Türkiye’nin istediği tarih 2003 idi. Ancak yapılan temaslardan bunun olamayacağı daha Kopenhag zirvesinden çok önce belli oldu. Hele Chirac - Schröder senaryosunda, açıkça karar için Aralık 2004, müzakereler için de Temmuz 2005 tarihi telaffuz edildikten sonra...
Kopenhag’da Türk diplomasisi gene bu tarihi 2004’ün başlarına çekmek için cansiperane mücadele etti, İngiltere, İtalya ve Yunanistan’ın desteğini de aldı. Ama sonunda AB bir "orta yol" buldu ve kararın Aralık 2004’te verilmesine karar verdi.
Açıkçası bu Türkiye için iyi bir karar değil. Nedeni de açık: Bu koşullu bir karar. Aralık 2004 zirvesinde, müzakere tarihi verilip verilmeyeceği, daha önce sunulunacak İlerleme Raporu’na göre - yani Türkiye’nin öngörülen kriterleri tam olarak yerine getirip getirmediğine bakılarak - belirlenecek. Üstelik bu kararı da o zaman 15 yerine 25 üye verecek.
Tabii tarih hiç olmazsa 2004’ün ilkbaharına (yani üye sayısındaki artıştan ve Avrupa Parlamentosu seçiminden
<#comment>#comment>Ve nihayet BÜYÜK GÜN geldi çattı... Haftalar, hatta aylar boyunca Türkiye Kopenhag zirvesi konusu ile yatıp kalktı. AB ile üyelik sürecini başlatmaya hazır olduğunu kanıtlamak için olağanüstü çaba harcadı. AB’nin "start"ı verip vermeyeceğini belirleyeceği BUGÜNÜ heyecanla bekledi.
Şimdi karar "onların".
Bu, sadece bizim değil, onların da geleceğine yön verecek bir karar olacak.
Mesele yalnız Türkiye’nin değil, AB’nin de problemi. Hatta şu anda daha çok onların sorunu...
Nitekim günlerdir, haftalardır Türkiye, AB’nin gündeminin ilk sırasına oturmuş bulunuyor. Bizler gibi onlar da Türkiye ile ilintili olarak Kopenhag ile yatıp kalkıyorlar...
Aramızdaki fark şu: Biz ne istediğimizi biliyoruz. Kararlıyız. Bir de açık konuşuyoruz... Onlar ise, ne istediklerini tam bilmiyorlar. Kararsızlar. Ayrıca net konuşmuyorlar, sadece geveliyorlar...
Kopenhagdan beklenen kararlardan biri, doğrudan Türkiye - AB ilişkileri ile ilgili ki, bu da müzakere takvimine endekse olmuş durumda. Diğeri ise Kıbrısın üyeliği konusunda ki, bu da Kıbrıs anlaşmazlığının çözümüne yönelik müzakereler ile ilintili.AB liderleri perşembe günü bir araya geldiklerinde Türkiyeye üyelik müzakereleri konusunda tatminkar bir tarih verecek mi? Bu arada Kopenhag zirvesinde Kıbrısın - yani bu aşamada sadece Rum kesiminin - üyeliği kesinleşecek mi?ABnin her iki konuda vereceği kararın bu kadar büyük heyecanla beklenmesi boşuna değil: Bunlar Türkiyenin kaderini şekillendirecek olan kararlar...***Kopenhag zirvesine 48 saat kala, müzakere tarihi konusunda nasıl bir karar çıkacağı hala belli değil. Tabii "en iyi senaryo" - yani Ankaranın beklentisi - 2003 için şartsız ve kesin bir tarih verilmesi. Türk diplomasisinin son dakikaya kadar bunun için çalışması doğal.Buna rağmen, 2003 için Kopenhagdan açık seçik bir tarih çıkmayabilir. Yani "en iyi senaryo"nun gerçekleşmemesi olasılığı daha büyük. Aynı şekilde Türkiye açısından "en kötü senaryo" olan Schröder - Chirac mutabakatında öngörülen 2005 için şartlı takvimin genel onay görmesi ihtimali de zayıf.Bu durumda
<#comment>#comment>Bütün Türkiye nefesini tutuyor. Ülkenin geleceğine yön verecek olan Kopenhag zirvesine sadece iki gün kaldı. Bu tarihi dönüm noktasında, çıkacak kararların ne olacağı konusundaki belirsizlik, merak ve heyecanı da doruğa çıkarıyor.
Kopenhag’dan beklenen kararlardan biri, doğrudan Türkiye - AB ilişkileri ile ilgili ki, bu da müzakere takvimine endekse olmuş durumda. Diğeri ise Kıbrıs’ın üyeliği konusunda ki, bu da Kıbrıs anlaşmazlığının çözümüne yönelik müzakereler ile ilintili.
AB liderleri perşembe günü bir araya geldiklerinde Türkiye’ye üyelik müzakereleri konusunda tatminkar bir tarih verecek mi? Bu arada Kopenhag zirvesinde Kıbrıs’ın - yani bu aşamada sadece Rum kesiminin - üyeliği kesinleşecek mi?
AB’nin her iki konuda vereceği kararın bu kadar büyük heyecanla beklenmesi boşuna değil: Bunlar Türkiye’nin kaderini şekillendirecek olan kararlar...
***
Kopenhag zirvesine 48 saat kala, müzakere tarihi konusunda nasıl bir karar çıkacağı hala belli değil. Tabii "en iyi senaryo" - yani Ankara’nın beklentisi - 2003 için şartsız ve kesin bir tarih verilmesi. Türk diplomasisinin son dakikaya kadar bunun için çalışması doğal.