Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in bugün başlayacak üç günlük İsrail - Filistin - Ürdün gezisi için bundan daha iyi bir zaman düşünülemezdi.
Üç yıl ara ile İsrail'e ikinci ziyaretini yapmakta olan Cumhurbaşkanı, yeni İsrail Başbakanı Ehud Barak'ın Kudüs'te ağırlayacağı ilk yabancı lider oluyor.
Demirel'in, göreve başlar başlamaz ölü barış sürecini canlandırmak için kollarını sıvayan ve peşpeşe Mısır Cumhurbaşkanı Mübarek, Filistin lideri Arafat ve Ürdün Kralı Abdullah ile görüşen (ve şimdi Washington'a gitmeye hazırlanan) Barak ile sıcağı sıcağına bir araya gelmesi, önem taşıyor.
Cumhurbaşkanı'nın iki hafta sonra Mısır'a yapacağı ziyaret ile tamamlanacak olan "dörtlü Ortadoğu gezisi", bölgede yeni bir uzlaşma havasının esmeye başladığı bir zamana rastlıyor. Bu, Türkiye için, hem oluşmakta olan yeni ortama katkıda bulunmak, hem de bölgesel bir güç rolünü oynamak için bir fırsat...
* * *
DEMİREL'in bu gezide görüşeceği tüm yetkililere mesajı şu olacak: Barış sürecini yeniden başlatmak için ortaya çıkan bu fırsatı kaçırmayın. Bu momentumu (hızı) koruyun. Tıkanıklığı gidermek, pürüzleri aşmak için uzlaşıcı bir
İran'da birkaç günden beri süren gösteriler, Tahran'daki rejimin iki başlı yapısı kadar, toplumun bölünmüş halini yüzeye çıkarmış bulunuyor.
Tahran Üniversitesi kampusunda başlayan ve giderek olaylı biçimde ülkeye yayılan öğrenci eylemi, iktadırın iki kanadını artık hissedilir ölçüde karşı karşıya getiriyor: Bir yandan katı şeriatçı Ayetullah Ali Hamaney'in emrindeki ordudan polise, parlamentodan gizli servise ve yargıya kadar, devletin etkin kurumları... Diğer yandan da, reformcu Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi'nin başını çektiği hükümet... Gösteriler karşısında "devlet organları"nın çelişkili davranışları işte bu iki başlılığın bir sonucu.
Toplum da aynı çizgilerle bölünmüş durumda: Bir yandan Hameney'e "rehber" olarak bakan militan bir kütle. Bunların başında son üniversite olaylarında saldırıları gerçekleştiren "Ansari Hizbullah" ve "Devrim Muhafızları" gibi eylemci gruplar yer alıyor... Diğer yandan da, Hatemi'ye güvenen veya bir umut kanağı olarak bakan, reform, özgürlük yanlıları. Bunların ön safında son olaylarda aktif roy oynayan üniversite gençliği bulunuyor. İki yıl önceki seçimlerde Hatemi'yi iktidara getiren Iranlı kadınlar ve
Savaşı kaybeden, halkını perişanlığa sürükleyen ve tüm dünyayı karşısına alan bir liderin iktidarda kalma şansı nedir?
Tabii demokratik bir ülkede bu şans sıfırdır. Zaten özgür rejimin gereği, iş bu raddeye gelmeden, iktidar değişikliği olur.
Ama totaliter sistemlerde, lider her şeye rağmen koltuğunu korur. Irak'ta, Saddam Hüseyin'in yaptığı gibi...
Acaba Yugoslavya bu bağlamda nasıl bir örnek oluşturacak?
Bütün olup bitenlerden sonra dahi, Slobodan Miloşeviç'in çekilmeye hiç niyeti olmadığı belli. İnsanlık suçundan sorumlu olarak, yakalanıp mahkemeye teslim edilmesi de pek mümkün olmuyor.
Ama Yugoslavya elbet Irak'tan farklı. Burada halk olanların bilincinde. Sırplar dünyaya daha açık. Yugoslavya'da siyasi muhalefet ve sivil toplum örgütleri var. Miloşeviç'in otoriter sistemine rağmen, bunlar seslerini yükseltebiliyorlar.
Türkiye'nin büyük önem verdiği petrol boru hattı ile ilgili yeni bir gelişme, daha heyecan verici iç ve dış olaylar arasında, kamuoyuna pek yansımadı.
Haber şu: ABD yönetimi, Bulgaristan, Hazar petrolünün nakli için Balkanlar'dan geçecek bir boru hattı projesi üzerindeki ilk çalışmaları finanse edeceğini ilan etti. Proje, Hazar'dan çıkacak petrolün, Gürcistan'ın Supsa ve Rusya'nın Novorossisk limanlarından tankerlerle Bulgaristan'a, oradan da Makedonya ve Arnavutluk'a naklini öngörüyor. ABD'nin hibe olarak vereceği 588 bin dolar, fizibilite çalışmalarına harcanacak...
Bakü - Ceyhan projesine tam destek veren ABD yönetimi, durup dururken neden böyle bir projeye sahiplenmek gereğini duydu? Bu, pratikte Bakü - Ceyhan hattının "by - pass" edilmesi ve dolayısı ile Washington'un strateji değiştirmesi anlamına mı geliyor?
ABD yetkilileri, Bakü - Ceyhan projesinden vazgeçilmesinin kesinlikle söz konusu olmadığını belirtiyorlar ve henüz "araştırma aşaması"nda bulunan "Trans - Balkan projesi"nin - gerçekleştiği takdirde - Hazar petrolünün nakli için düşünülen "çok sayıdaki" (multiple) boru hattından biri olabileceğini söylüyorlar.
Uzun bir durgunluk döneminden sonra, Ortadoğu birdenbire hareketlendi.
Yeni İsrail Başbakanı Ehud Barak işe başlar başlamaz "barış sürecini" yeniden canlandırabilecek ilk adımları atarken, Suriye Cumhurbaşkanı Hafız Esat'ın Moskova ziyareti bölgede bazı yeni gelişmelerin sinyalini vermiş bulunuyor.
Ortadoğu diplomasi çarkının tekrar dönmeye başlaması, Arap - İsrail anlaşmazlıklarının ve gerginliğinin sona erdirilmesi yönünde yeni umutlar yaratıyor.
Şimdi önemli olan, bu "momentum"un aksamadan devam etmesi ve - daha önce İsrail ile Mısır ve İsrail ile Ürdün arasında olduğu gibi - çözüme ulaşmak için tam bir kararlılığın gösterilmesidir.
* * *
KUŞKUSUZ Ortadoğu'da havanın değişmesinde İsrail'deki iktidar değişikliği başlıca rolü oynuyor. Barak'ın görevi devralırken, ilk konuşmasında "cesurların barışı"ndan söz etmesi, ardından peşpeşe Mubarek, Arafat ve Kral Abdullah ile görüşeceğini, Clinton ile buluşmak için Washington'a gideceğini açıklaması, bu işi sıkı tuttuğunu gösteriyor.
Sanki o iyi niyetli, dost ülke değil artık. Fesat kuran, bile bile düşmanca tavırlar sergileyen, adeta bambaşka bir ülke...
İtalya'nın bir yıl içinde bu kadar değişeceğini kim tahmin edebilirdi?
Uzun yıllar boyunca Türk - İtalyan ilişkileri, Türkiye'nin diğer "dost ve müttefik" ülkelerle (ve özellikle Avrupa ülkeleri ile) olan ilişkilere kıyasla, çok daha iyi gidiyordu.
İtalya, Türkiye'ye anlayış ve sempatisini çeşitli vesilelerle göstermekten geri kalmıyordu. Örneğin Türkiye'nin AB üyeliğine başvurusuna en sıcak destek Roma'dan geliyordu. İtalya, Kıbrıs sorununun çözümü için Türk tezine yakın bir görüş savunuyordu...
Birdenbire geçen yıl PKK iki ülke arasındaki bu yakınlığı bozan bir kara kedi gibi araya giriverdi. Önce (eylülde) "Sürgündeki Kürt Parlamentosu"nun İtalyan Meclis binasında bir toplantı yapmasına izin verildi. Henüz bu olayın Ankara'da neden olduğu rahatsızlık dağılmadan, Öcalan olayı patlak verdi. Kasım ayında, kendisine sığınacak yer arayan Apo'ya İtalya kucak açtı. O sıralarda iktidara gelen Başbakan Massimo d'Alema ve başında bulunduğu Komünist Partisi ileri gelenleri, yanlarına Yeşiller'i de
Türk halkı, Kosova'da göreve başlayan Türk Barış Gücü'nün Prizren kentine girişinde gördüğü coşkulu karşılamadan fevkalade gurur duydu.
Mehmetçiğin Uluslararası Barış Gücü KFOR'un bünyesindeki diğer hiçbir ülkenin askerine nasip olmayan böyle bir sevgi ve yakınlığa mazhar olması, dünyaya iki önemli mesaj veriyor.
* Birincisi, Kosova halkının önemli kısmının (yerel Türklerle beraber Arnavutların), bölgede barışın tekrar kurulmasında Türk askerine güvenmesidir. Rus birliği başta olmak üzere, Almanından Yunanına kadar çeşitli uluslara mensup askerlerin Kosova'da konuşlandırılması sırasında, ortaya çıkan rahatsızlıklar ve sürtüşmeler dikkate alınırsa, Türk KFOR taburunun olağanüstü sıcak karşılanışının manası daha iyi anlaşılır. Demek ki, Kosovalılar Mehmetçiğe "istenen asker" olarak bakıyorlar...* İkinci mesaj, Türkiye'nin Balkanlar'daki yeni rolü ve etkinliği ile ilgilidir. Dünkü "Milliyet"in manşetinde belirtildiği gibi, Kosova'daki sıcak karşılama, bölge halkının hasret veya nostalji duygularını yüzeye çıkardı. Kosova, Bosna - Hersek, Arnavutluk, Makedonya gibi Balkan ülkeleri, Türkiye'ye yakınlık besliyorlar ve Türkiye'nin
Öcalan davası başta olmak üzere, Türkiye'nin yüklü gündemi arasında, ilginç bir dış gelişme dikkatleri pek çekmedi.
Olay, Yunanistan Savunma Bakanı Akis Çohacopulos'un Tahran'a yaptığı ziyaretle ilgili.
Türkiye ile Yunanistan arasında - Cem - Papandreu buluşması ile - yeni bir yumuşama sürecine girildiği bir sırada, bu ziyaretin Türkiye ve bölge için anlamı ne olabilir?
* Yunanistan ile İran arasında son zamanlarda çeşitli düzeyde temaslar yoğunlaşıyor. Şimdi de ilk kez bir Savunma Bakanı Tahran'ı ziyaret etmiş bulunuyor. Batı ve özellikle ABD İran'ı yalnızlığa mahkum etmeye çalışırken, bir NATO üyesinin savunma bakanının İranlılarla oturup konuşması, oldukça anlamlı. İran açısından bu tabii ki çok sevindirici bir olay. Böylece Hatemi yönetimi "dışa açılış"ını bir de Atina yolu ile denemek fırsatını buluyor... Neyse bu "genel politika" hususu, daha çok Washington'u ve Batı'yı ilgilendirir. Yunanistan "çıkış"ını onlar değerlendirsinler...
* Bizi daha yakından ilgilendiren husus, Yunanistan'ın İran'la sadece siyasal değil, aynı zamanda askeri bir yakınlaşmaya gitme girişimidir. Çohacopulos Tahran'daki temaslarında