ESKİDEN hep gıpta ettiğimiz bir şey vardı: Batı'da ve özellikle ABD'de, emekli veya görevleri devam eden büyükelçiler, tanık oldukları olaylarla ilgili anılarını veya bulundukları ülkelerle ilgili bilgilerini sıcağı sıcağına kaleme alırlar. Diplomatların yazdığı bu kitaplar, bilinmeyen veya kısmen bilinen tarihi gerçeklere ışık tutar, yeni kuşaklara ve özellikle araştırmacılara kaynak sağlar.
Bizde geçmişte, görev yaptıkları ülkelerle veya kendi mesleki yaşamları ile ilgili eser veren diplomatlar pek azdı. Son zamanlarda bu eksikliğin giderilmekte olduğunu memnunlukla görüyoruz. Emekli olan bazı büyükelçilerimiz, en azından anılarını yazıyorlar. Bu kitaplar gerçekten belirli konularda yakın tarihteki önemli olayları aydınlatıyor. (Son örnekler: Turgut Tülümen'in "Hayat Boyu Kıbrıs", Ercüment Yavuzalp'in "Dış Politikada Oyunun Kuralları" başlıklı kitapları)...
Günümüzde aktif hizmette olup kitap yazan diplomatlarımız az. Halen Brüksel'de NATO Büyükelçimiz olan Onur Öymen'in piyasaya yeni çıkan "Türkiye'nin Gücü" kitabı, bu istisnalardan biri. Bunun, başkaları için de bu
BAKÜ - Ceyhan boru hattı konusunda "New York Times" gazetesinde çıkan haberin Türkiye'de bu kadar gürültü koparmasına şaşmamak mümkün değil.
Olaylara ya "zafer" ya da "hezimet" gözü ile bakmaya alışık çevreler - bu arada bazı basın - yayın organları - ciddi Amerikan gazetesinin yazısından, ABD yönetiminin ve de Türkiye'nin çok önem verdiği bu projenin artık suya düştüğü sonucunu çıkardılar. Hatta bazısı bunun arkasında bazı karanlık güçler teşhis ettiler, bunu Türkiye'den daha fazla ödün koparmak veya Türkiye'yi "Büyük Oyun"dan dışlamak çabasının bir parçası olarak gördüler...
"New York Times"ın ne yazdığını tekrar kısaca gözden geçirelim:
1) Clinton yönetimi, Bakü - Ceyhan hattı konusunda petrol şirketlerini ikna etmekte "başarısızlığa uğramanın eşiğinde." 2) Bu projeyi pahalı bulan şirketlerin tercihi bu aşamada Bakü - Supsa hattıdır. Bu olursa tabii Boğazlar zorlanmış olacaktır. 3) Petrol Şirketleri Konsorsiyumu (AIOC), 29 Ekim'de kararını verecektir. Bir AIOC yetkilisi şimdilik "bütün opsiyonlar açıktır" diyor. Ancak
ŞİMDİ soru şu: Suriye ne kadar samimidir?.. Diğer bir deyişle Hafız Esat yönetiminin yeni politikası Türkiye'yi oyalamak ve "uyutmak" mı, yoksa gerçekten Türkiye'nin isteklerini yerine getirip ilişkilerde yeni bir sayfa açmak mıdır?
Şam'dan Mısır'ın aracılığıyla gelen ve gerginliği yatıştıran mesajdan sonra, Ankara bunu anlamaya ve Suriye'nin gerçekten niyet ve davranış değişikliği içinde olup olmadığını teşhis etmeye çalışıyor.
Hafız Esat'ın mesajı şu bakımdan önemli: Suriye şimdiye kadar kendi topraklarında PKK'nın ve Apo'nun varlığını - adeta alay edercesine - inkar ediyordu. Türkiye'nin son sert çıkışı ve bu arada askeri müdahale uyarısı sonucunda, Şam şimdi gerçeği kabul ediyor. Ve de bu varlığa ve Türkiye aleyhindeki faaliyete izin vermeyeceği sözünü veriyor.
Böylece Suriye'nin 14 yıldır oynadığı oyun - şu anda sözde dahi olsa - son buluyor.
Bu, Türkiye'nin Mısır'a (ve İran'a) verdiği dosya ile birlikte, Hafız Esat yönetimine ilettiği temel şartları dikkate almak zorunda kaldığını
KOSOVA ile Suriye krizlerinin nedenleri birbirinden çok farklı; ama son 48 saat içinde olanlar, ilginç bir benzerliği ortaya çıkardı.
Her iki olayda da yoğun diplomasi sayesinde, savaşın eşiğinden dönüldü... Ve her iki olayda da, güç gösterisi sayesinde diplomasi sonuç vermeye başladı.
Suriye krizinde, Türkiye'nin Hafız Esat yönetiminin PKK politikasını değiştirmemesi halinde askeri müdahalede bulunacağı uyarısında bulunmasından sonra, özellikle Mısır'ın arabuluculuğu ile, şimdi gerginlik yatışmaya başlıyor. Suriye'nin geri adım atması sonucunda, Türk ve Suriye yetkilileri arasında bir görüşme sürecine girilmesi mümkün görünüyor.
Kosova krizinde de, NATO'nun askeri bir müdahalenin eşiğine gelmesinden sonra, Slobodan Miloseviç 9 gündür sıkı pazarlık içinde bulunduğu arabulucu Richard Holbrooke'un şartlarına razı oluyor. Böylece savaş tehlikesi bertaraf ediliyor ve soruna barışçı çözüm bulma şansları artıyor.
Her iki olayda, çatışmaya beş kala diplomasinin hemen hemen aynı zamanda bir çıkar yol
"GÜNEYDOĞU Avrupa İşbirliği Süreci"ne dahil 7 ülkenin Dışişleri Bakanları geçen Haziran'da İstanbul'da düzenlenen toplantının sonunda "umarız Ekim ayında yapılacak Antalya zirvesine kadar Kosova'da durum yatışır ve bu konuda Balkan ülkeleri arasındaki görüş ayrılıkları da son bulur" şeklinde bir umut ifade etmişlerdi.
Ne yazık ki, bu umut gerçekleşmek şöyle dursun, aradan geçen 4 ay içinde durum daha da vahimleşti. Nitekim dün Antalya'daki Balkan zirvesi, NATO'nun askeri müdahalesinin an meselesi sayıldığı bir sırada, yani savaş olasılığının gölgesinde yapıldı...
Bu kez de pozisyonlar farklı değil. Yugoslavya, Kosova'da dünya kamuoyunun gözü önünde cereyan eden kanlı olayları ve etnik temizliği bir yana iterek, sorunun kendi "iç işi" olduğunu, Yugoslav ordusunun "teröristler"i saf dışı ettiğini ve geri çekildiğini, dolayısı ile zirveden çıkacak ortak bildiriye de bu meseleye atıfta bulunmaya gerek kalmadığını öne sürdü. Tıpkı geçen Haziran'da İstanbul toplantısında yaptığı gibi.
Buna karşılık Balkan zirvesindeki diğer 6 ülke,
Türkiye - Suriye krizi (5)
ANTALYA'da dün başlayan 9. "Uluslararası Güvenlik ve İşbirliği Konferansı"ndaki açılış konuşmasında, Türkiye Atlantik Konseyi Başkanı Haluk Bayülken'in şu sözleri anlamlı idi: "Bu yıl burada iki krizin gölgesinde toplanıyoruz: Kosova ve Suriye... Bu tür krizlerin halledilmesi için, duygusallıktan uzaklaşmak ve sabırlı olmak gerek. Sonunda sağduyunun hakim olanacağına inanıyoruz"...
Her yıl bu zamanlarda Antalya'da düzenlenen Atlantik Konseyi'nin toplantısında bu kez esas konu, 21. yüzyılda NATO'nun yapısı ve stratejisi ile ilgili. Bu amaçla NATO üyeleri dahil, toplam 44 ülkeden 250'den fazla diplomat, asker, stratejist, akademisyen ve politikacı bir araya gelmiş bulunuyor. Aralarında BM eski Genel Sekreteri Dr. Kurt Waldheim başta olmak üzere pek çok ünlü isimler var...
Açılış oturumunda Türkiye adına Cumhurbaşkanı Baş Danışmanı Gen. Nezih Çakar, Savunma Bakanı İsmet Sezgin, TBMM Başkanı Hikmet Çetin, Genelkurmay İkinci Başkanı Gen. Hilmi Özkök konuşmalarında Türkiye'nin karşılaştığı terör sorununa ve
HAFTA başında hava, sanki Türkiye ile Suriye arasında savaşın "an meselesi" olduğu merkezinde idi. Tabii ki, Ankara'daki "harbi demeçler"e rağmen, bu doğru değildi. Türkiye son uyarılarını yapıyor, ancak "kriz yönetimi"nin gereklerini de yerine getiriyor, diplomasiye şans tanıyor, barışçı çabalarını sürdürüyordu.
Şimdi Ankara'nın bir askeri operasyon için acele etmeyeceği ve "üçüncü taraflar" ile temaslarına - barışçı çözüm umudu tamamen ortadan kalkacağı ana kadar - devam edeceği, daha açık biçimde anlaşılıyor.
Mısır lideri Mübarek, İran Dışişleri Bakanı Harazi ve diğer ülke yöneticileri ile kurulan diyaloğun amacı, Suriye ile "teröre destek" sorununu, çatışmasız halletmektir.
Öyle anlaşılıyor ki, Ankara ile Şam'ın arasını bulmaya çalışanlar (Mübarek ve Harazi gibi) iki ülke arasında "direkt bir diyalog" sağlamayı amaçlıyorlar. Hafız Esat yönetiminin de istediği budur. Ama Türk hükümetinin istediği bu değildir... * * * HALA "Apo bizde değil" ve "PKK'ya hiç