KOSOVA'daki kanlı olayların gölgesinde İstanbul'da yapılan Balkan Konferansı'ndan, - Yugoslavya'nın dışında - kamuoyunun beklediği şey, en azından ortak bildirinin Sırpları sert biçimde kınaması, hatta Belgrad'a karşı ortak bir hareketin işaretini vermesi idi.
Bu olmadı. Olamazdı da.
Sebebi açık: "Güneydoğu Avrupa İşbirliği Süreci" adını taşıyan ve 7 Balkan ülkesinden oluşan bu Toplulukta, kararlar oy birliği ile alınır. Kosova sorununu kendi iç meselesi sayan Yugoslavya, İstanbul'da Dışişleri Bakanı düzeyinde temsil edilen ülkelerden biri idi. Ve Bakan Yovanoviç, İstanbul Deklarasyonunda Kosova'ya en ufak bir atıfta bulunulmasına karşı çıktı...
* * *
BU durumda iki şey yapılabilirdi: Ya diğer 6 ülkenin Kosova konusunun Deklarasyonda yer alması için ısrar etmesi ya da başka bir formül bulmak... Israr edilseydi, Yugoslavya herhalde "veto"sunu kullanacak, hatta toplantıyı (ve belki de Topluluğu) terkedecekti. Bu da tam bir fiyasko sayılacaktı. Diğer 6 ülkenin
TÜRKİYE ile Yunanistan arasında "Güven Artırıcı Önlemler" (GAÖ) konusunda, NATO çerçevesinde varılan mutabakat, ilk bakışta çok önemli bir gelişme olarak görünüyor. Nitekim aylardanberi süregelen müzakerelerin sonunda, önceki gün "Durum Raporu"nu açıklayan NATO Genel Sekreteri Javier Solana, iki tarafın "niyet beyanı"nı, Ankara'nın ve Atina'nın bu önlemleri uygulama konusundaki "siyasi iradelerini ortaya koyduğunu" belirtti.
Dışişleri Bakanı İsmail Cem dün bize, Brüksel'de ilan edilen bu mutabakatın, kendisinin geçen Şubat'ta Yunanistan'a önerdiği beş maddelik öneri paketinin 3'üncü maddesinin kabulü anlamına geldiğini söyledi ve bunun iki taraf arasında yakınlaşmaya ve yapıcı bir diyaloğa yol açacağı umudunu ifade etti. Cem, "niyet beyanı"nın, karşılıklı bir angajman niteliğini taşıdığını ve dolayısı ile şimdi yeni mutabakatın temelini oluşturan 1988 tarihli Atina ve İstanbul belgelerinin aynen uygulanmasının beklendiğini de belirtti.
Bu iki belge, Ege'de bir sıcak çatışma riskini ortadan kaldırmak ve gerginliği önlemek için bir dizi Güven Artırıcı Önlem öngörüyor ve
DIŞ politikada "iyi şeyler" de oluyor. (Hep olumsuz gelişmeler olacak değil ya!)... Örneğin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in bugün Yalta kentinde katılacağı Karadeniz Ekonomik İşbirliği (KEİ)'nin zirve toplantısı gibi... Bu olayı, Türk dış politikası açısından "hayırlı" saymamızın bir nedeni var: KEİ, aslında bir "Türk kreasyonu"dur. Rahmetli Turgut Özal döneminde - Büyükelçi Şükrü Elekdağ'ın bir çalışması ile - ortaya atılan bu fikir, bölgedeki diğer 10 ülke tarafından benimsenince, bu örgütün temeli Haziran 1992'de İstanbul'da atıldı. Bu, gerçekten Türk diplomasisinin önemli bir başarısı sayıldı.
O günden bu yana, KEİ gelişti. Genel Sekreter ve kadrosu, İstanbul'da, Müşir Fuad Paşa Yalısı'ndaki merkezinde işe koyuldu. Üye ülkelerin milletvekillerinin oluşturduğu KEİ Parlamenter Asamblesi kuruldu. Bu yılın sonlarında faaliyete geçecek olan KEİ Ticaret ve Kalkınma Bankası'nın temeli (Selanik'te) atıldı. Bu arada üst düzey temaslar, konferanslar, seminerler düzenlendi. KEİ çerçevesinde işadamları ve teknik uzmanlar bir araya gelip çeşitli projeler üzerinde görüşmek
DURUM açık: Türkiye'nin dış politikada dertleri çok. Sadece yakın komşuları ile değil, müttefikleri ile, dostları ile pek çok sorunu, pek çok sıkıntısı var...
Dünkü yazımızda belirttiğimiz gibi, bu meselelerin bir kısmı, direkt ikili uyuşmazlıklardan ve çıkar çatışmasından kaynaklanıyor. Bir kısmı ise, Türkiye aleyhindeki dolaylı etkenlerin sonucu. Nihayet bir kısmının nedeni de Ankara'nın hatalı politikaları...
Diplomasinin başlıca amacı, anlaşmazlılara çözüm bulmak, krizlerin tırmanmasını önlemek, daha uzun vadede de sürtüşmeleri işbirliğine, düşmanlıkları dostluğa dönüştürmektir.
Birkaç cephede birden mücadele vermek zorunda kalan Türk diplomasisinin bu bağlamda misyonu gerçekten çok zor.
Ama ne kadar zor olursa olsun, misyonu da bu... Yani amacı, karşılaşılan sıkıntıları atlatmak, ülkenin dış ilişkilerini düzlüğe çıkarmak ve milleti rahatlatmaktır... * * * BUNU sağlamak için ne yapmalı? Veya önce, ne
ABD'deki 300 bin Türk'ü tek şemsiye altında tutan "Türk Amerikan Dernekleri Asamblesi" (ATAA)'nın önde gelen yöneticilerinden kadınlı - erkekli 20 kişilik bir grup, dün "Milliyet"in konuğu idi.
Örgütün Başkanı Tamer Açıkalın, Yeni Başkan Tolga Çubukçu ve yürütme Direktörü Güler Köknar'ın başında bulunduğu grup, İstanbul'da çeşitli kuruluşlarla, Ankara'da da Başbakan ve diğer üst düzey yetkililerle temaslarda bulunmak için Türkiye'de bulunuyor. Amaçları, kendi deyişleri ile, Türk kamuoyuna ve Türk hükümetine ülkemizin ABD'de - ve diğer ülkelerde - karşılaştığı güncel dertler konusunda düşüncelerini ve bazı önemli mesajları iletmek...
Konuklarımız bu görüşlerini 2 saatlik toplantımız sırasında bizlerle paylaştılar. ATAA'nın ABD'de Türkiye'yi tanıtmak, aleyhteki lobilerin çabalarına karşılık vermek ve kamuoyunda olumlu bir hava yaratmak için, canla başla çalıştığını biliyoruz. Ancak örgüt Türkiye'nin (hem hükümetin, hem özel kuruluşların ve de medyanın) daha aktif desteğine muhtaçtır. ATAA yöneticileri işte bu mesajla Türkiye'ye gelmiş bulunuyorlar.
 
RESMİ gerekçe aynı: Güvenlik...
Hindistan'dan sonra Pakistan da, "güvenliğini sağlamak" için, 5 nükleer deneme yaparak, "Atom Kulübü"ne girdi.
Pakistan'ın, bütün dış baskılara rağmen, nükleer bombalarını patlatmasının nedenini anlamak zor değil. Hindistan iki hafta önce denemelere başlamasaydı, herhalde Pakistan da aynı yola girmeyecekti.
Eğer resmi açıklamaları dikkate alarak, Hindistan'ın bu denemeyi "güvenlik" nedenleri ile gerçekleştirdiğini varsayarsak, Pakistan'ın da aynı şeyi, benzer bir sebeple yapmasını da "kaçınılmaz bir sonuç" saymamız gerek.
Pakistan böylece, kendisinden nüfustan askeri güce kadar birçok bakımdan daha üstün olan doğu komşusu ile, nükleer alanda bir denge sağlamak zorunluğunu hissetmiştir.
Ne var ki, iki komşu ülkenin nükleer güce sahip olduklarını kanıtlamaları, bölgenin barış ve huzuru açısından, kaygı verici bir olay. Böylece iki ülke arasında bir nükleer silah yarışı başlıyor. "Güvenlik" adına girişilen bu yarış, aslında
ULUSLARARASI Basın Enstitüsü IPI'nın yıllık konferansının açılışında, ev sahipliği yapan Rus gazetecilerinden Alexander Pumpianski, şöyle bir espri yaptı: "Buraya düzeni değil, kargaşayı görmeye geldiniz. Sizin ilginizi çeksin diye hükümeti değiştirdik, maden işçilerini ayağa kaldırdık, Dağıstan bölgesinde isyan çıkarttık. Başka ilginç haberlerimiz de olacak. Burası, gazeteciler için bir cennet. Siz şimdi bir cennete gelmiş bulunuyorsunuz"!..
Bu sözleri dinlerken düşündük: Eskiden (aslında 10 yıl önce) hangi Rus, resmi bir toplantıda, dünyanın dört yanından gelen gazetecilerin önünde böyle konuşabilirdi?
İfade özgürlüğü alanında Rusya'nın son birkaç yılda kaydettiği değişim, gerçekten şaşırtıcı. Bunu gazetecilerden bürokratlara, öğrencilerden işadamlarına kadar, toplumun çeşitli kesimlerinden insanlarla konuşurken açıkça farkediyorsunuz.
Hatta - belki eski dönemdeki baskılara tepki olarak - yöneticileri, sistemi, izlenen politikaları eleştirmek bir nevi moda oldu! Şimdi özel ellerde bulunan (ve giderek tekelleşen) gazeteler
ARTIK "novoya Rossiya"dan ve "novi Ruski"den söz ediliyor. Yani "yeni Rusya" ve "yeni Rus"tan...
Doğrudur: 1991'de Sovyetler Birliği'nin dağılmasından ve komünizmin çökmesinden sonra, yeni bir Rusya ortaya çıktı. O yılın ağustos ayında Moskova'daki tarihi gelişmeleri izlerken, "iki cenazeye ve bir doğuma tanık olduğumu" yazmıştım: O zaman işbaşında olan Gorbaçov komünizmi ve de SSCB'yi gömmüştü. Bunu yeni bir Rusya'nın doğuşu izliyordu...
Yeni Rusya ve yeni Rus, eskisinden giderek daha farklı bir görüntü sergiliyor. Ama eskisine benzeyen birçok yanı da var tabii. Unutmamalı ki, bir devrim niteliğini taşıyan 1991'deki değişimden sonra, bu ülke bir geçiş dönemine girdi. Bu sarsıntılı dönem daha uzun yıllar sürebilir.
Bolşevik ihtilalini ve Gorbaçov dönemini yaşamış olan bir Rus yazarı şöyle demişti: "Rusya'da geçiş dönemlerini görebilmek ve anlayabilmek için uzun yaşamak lazım." Kendisi geçenlerde öldüğü zaman, 84 yaşında idi!..
* * *
BIRAKIN Sovyetler