BM'ye bağlı Uluslararası Denizcilik Örgütü (İMO)'nun Deniz Güvenliği Komitesi'nin dün Londra'da başlayan ve 9 gün sürecek olan toplantısının gündemindeki esas konu, Türk Boğazlarındaki trafik ile ilgilidir.
Aslında Komite'nin konuya, teknik açıdan yaklaşması ve seyir güvenliğinin en iyi şekilde nasıl sağlanabileceğini tartışması gerekir.
Nitekim aralarında emekli Oramiral Güven Erkaya'nın da bulunduğu 20 kişilik Türk heyetinin hazırlığı da bu yöndedir. Dün Erkaya'nın da belirttiği gibi, Türk tarafı 1994'te İMO'nun bilgisi ve onayı ile yürürlüğe konan Boğazlar Tüzüğü'nün seyir güvenliği alanında neler sağladığını anlatacak, ancak bunu bizzat yeterli saymadığını, dolayısı ile yeni önlemler planladığını ve uluslararası işbirliğine de açık olduğunu bildirecektir.
Ne var ki, Rusya'nın başını çektiği bir grubun, konuyu teknik sınırlarının dışına çıkarıp, meseleyi siyasal boyutlar alacak yönleri ile gündeme getirmek istediği anlaşılıyor.
Nitekim Rusya - aralarında Yunanistan ve Kıbrıs Rum Yönetimi'nin
AVRUPA Birliği'nin geçen Aralık'ta Lüksemburg zirvesinde Türkiye'yi adaylar listesine almamasının tarihi bir hata olduğunu artık kabul etmeyen yok. Belki Alman ve Yunan yetkilileri hala bunu resmen söylemekten çekiniyorlar, ama Bonn'da ve hatta Atina'da o kararın yanlışlığını şimdi kabul eden ve bunu özel konuşmalarda belirten epey insan var. Alman basını dahil, AB ülkelerinin gazeteleri, bugünlerde bu görüşü ifade eden yazılarla dolu...
İstanbul'da düzenlenen "Yeni Atlantik Girişimi (NAI) Konferansı'na katılan Amerikalı ve Avrupalı diplomatlardan ve analistlerden AB'nin Türkiye'yi diğer adayların arasına almamakla ne kadar büyük bir gaf yaptığını belirten bol bol sözler duyduk...
Richard Holbrooke, son Kıbrıs misyonunun başarısızlıkla sonuçlanmasının kabahatini kısmen, AB'ye yükledi... Önceki gün AB'den sorumlu Fransız Bakan Pierre Moscovici AB'nin Türkiye'ye karşı sergilediği zihniyeti değiştirmesi ve şimdi bir jest yapması gerektiğini söyledi... Daha ilginci, önümüzdeki Temmuz'da AB'nin başkanlığını devralacak olan Avusturya'nın Cumhurbaşkanı Thomas Klestil de
SON günlerde Batı'da gerek Kıbrıs, gerekse AB sorunlarında, Türkiye'nin savunduğu görüşlerin lehinde bir havanın oluşmakta olduğu görülüyor.
Kuşkusuz bu, AB'nin Türkiye'ye "tamam, hatamızı anladık, sizi aday olarak kabul ediyor ve üyelik sürecine katıyoruz" demeye hazırlandığı anlamına gelmez. Aynı şekilde bu, uluslararası topluluk ve hatta ABD Kıbrıs'ta iki devletin varlığını ve KKTC'yi resmen tanıyarak, çözüm arayışını bu esaslara göre sürdürecek demek de değildir.
Her iki konuda da, bu nokta (veya Ankara ile Lefkoşa'nın hedefi) daha çok uzaklarda görünüyor.
Ama son gelişmeler, en azından bu yönde veya Türkiye'nin - ve de KKTC'nin - düşünceleri doğrultusunda, daha gerçekçi ve yapıcı bir anlayışın yaygınlaşmakta olduğunu ortaya koyuyor.
Tabii bunu - Ankara'da resmi ağızların yaptığı gibi - memnunlukla karşılarken, uluslararası topluluğun ve Batılı dostların Kıbrıs ve AB konusunda atacakları adımların da bir sınırı olduğunu, yani açıkçası Türk tarafının isteklerinin yüzde yüz
İSTANBUL Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın önceki akşam, Emirgan Sarı Köşk'te dış basın temsilcilerine verdiği yemek, bize geçen Ekim ayında, Refah Partisi Genel Başkanı olarak Necmettin Erbakan'ın gene yabancı gazeteciler için düzenlediği yemekli toplantıyı anımsattı.
O zaman da, amaç dış medyadan söyleşi için tek tek gelen başvurulara karşılık topluca seslenmek ve dünyaya bazı mesajlar vermekti. Erbakan Rafah'ın kapatılmasına karşı tepkisini önceden duyurmak istiyordu. Erdoğan da, bir yandan dış basının Fazilet Partisi'nin yeni lideri mi olacağı konusundaki merakını tatmin etmeyi, diğer yandan DGM'nin verdiği 10 aylık mahkumiyet kararına karşı tepkisini duyurmayı amaçlıyordu...
Konuşmaları İngilizceye çevrilen Erdoğan'ın bu toplantıda dikkati çeken bir yönü, güleryüzlü davranması ve fırsat buldukça espri yapması idi. Örneğin, mahkumiyetinin nedenine değinirken şöyle dedi: "Türkiye'de eskiden şiir yazanlar hapsedilirdi. Şimdi şiir okuyanlar. Kimbilir belki ilerde dinleyenler de mahkum edilirler"...
Halk
GÜNLÜK haberler arasında Türkiye'de dikkati pek çekmedi ama, ABD Senatosu'nun NATO'nun genişlemesi kararını onaylaması, bizi de ilgilendiren önemli bir gelişmedir.
Nedenini izah edelim: Soğuk Savaş'ın sona ermesinden ve Varşova Paktı'nın dağılmasından sonra, Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri Batı'nın bir parçası olmak istemiş, sonuçta "genişleme stratejisi" hem NATO'nun, hem AB'nin gündemine oturmuştur.
NATO geçen yıl, Madrid zirvesinde, ittifaka katılmak isteyen 12 ülkeden Polonya, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti'ni ilk aşamada üye olarak kabul etme kararını vermiştir.
Bunun gerçekleşmesi, NATO'ya dahil 16 ülkenin parlamentolarının, bu kararı onaylamasına bağlı. Son zamanlarda ABD Senatosu'nda bu konuda çelişkili sesler yükseldi. Bir kısım senatörler, genişlemenin Rusya'yı kışkırtacağı ve Soğuk Savaş'a dönüş tehlikesini yaratacağı kaygısı ile bu yeni stratejiye karşı çıktılar.
Fakat geçen cuma günü, Senato 19'a karşı 80 oyla, genişleme kararını onayladı. Bunun sevinci, hafta sonu İstanbul'da toplanan
HOLBROOKE'un son Kıbrıs misyonunda başarılı olmaması sürpriz değil. Ayrıca bu, kendi kabahati de değil.
Holbrooke gibi bir diplomasi ustasının dahi, bazen yapamayacağı şeyler vardır. Bu onun yeteneksiz veya beceriksiz olduğu anlamına gelmez.
Aksine, Başkan Clinton'un Kıbrıs özel temsilcisi geçmişteki deneyimlerinin ve birikiminin de desteği ile, bu işe iyi niyetle ve dengeli bir yaklaşımla girdi. Aslında başta güttüğü amaç da oldukça mütevazi idi: İlk aşamada Denktaş ile Klerides'i masaya oturtacak, böylece sorunu çıkmazdan kurtarmaya yönelik bir müzakere süreci başlatacaktı. Ama bu kadarını da gerçekleştirmek olanağını bulmadı.
Neden? İlk bakışta - dün yabancı ajansların da bildirdiği gibi - kabahat Denktaş'ta görünüyor. Çünkü o, kabulü imkansız iki önkoşul ortaya koydu. Birincisi, KKTC'nin bağımsız bir devlet olarak tanınması ve masaya öyle oturulması. İkincisi, Kıbrıs Rum Yönetimi'nin, AB'ye üyelik başvurusunu geri çekmesi ve başlayan görüşmeleri kesmesi...
Holbrooke'un basın toplantısında,
BİR başkentte PKK "resmen", törenle büro açacak... Bu toplantıya, bir kısmı iktidardaki partiye mensup milletvekilleri katılacak, olayı daha önceden davet edilen gazeteciler izleyecek... Ve bundan hükümetin haberi olmayacak! Bu mümkün mü?
Atina'da önceki gün PKK bürosunun açılmasından sonra, hükümet sözcüsünün yaptığı açıklamayı, inandırıcı saymak mümkün değil. Büroyu açan yetkili, Şemsi Kılıç, açıkça bunun bir PKK ofisi olduğunu söylüyor, Apo'dan gelen mesajı okuyor, ama Yunanlı sözcü hala bu büronun ERNK'ye ait olduğunu, Yunanistan'ın silahlı eylemlere başvuran örgütlerin Atina'da faaliyetine izin vermediğini iddia ediyor!..
Yunanlılar, PKK'nın bir "oldu - bitti"si ile karşılaştıklarını, ERNK bürosunun PKK adı ile tanıtılmasını beklemediklerini söyleyebilirler. Ama yukarda belirttiğimiz gibi, herkesçe önceden bilinen - ve davete icabet edilmek suretile gövde gösterisi yapılan - bu olayı resmi makamların zamanında öğrenmemiş olması mümkün değil. Demek ki, Yunan hükümeti, bunu bile bile görmezlikten gelmiş. Zaten Atina'nın öteden beri PKK konusundaki genel tavrı da
BAŞKAN Clinton'un özel temsilcisi Richard Holbrooke'un bugünden itibaren Lefkoşa'nın iki kesiminde yapacağı yeni temaslarla, ABD'nin Kıbrıs diplomasisinde, bir raund daha başlıyor.
Bu raundun, daha öncekilerden bir farkı var mı? Bu kez başarı şansı nedir? Holbrooke giriştiği bu çabalarında ne kadar ısrarlı?
Önce, son sorudan başlayalım. ABD Yönetimi, gerçekten Kıbrıs sorununda inisiyatifi ele almış durumda. 1998'in bir çözüm yılı olması konusunda kararlı. Washington bu amaçla - diplomasi ustası Holbrooke'un yaratıcı gücü ile - bütün ağırlığını kullanmak azminde.
Neden? Clinton Yönetimi'ni bu son derece zor işe ("mission impossible") soyunmaya iten nedir?
* * *
GEÇMİŞTE, zaman zaman ABD'nin Kıbrıs konusunda devreye girdiği zamanlarda, bunun basit - ve yüzeysel - izahı şu idi: Washington'da güçlü Rum lobisi, Yönetim'i buna zorluyor. Ama bugün bu, esas veya önemli bir neden değil. ABD'nin inisiyatifi ele almasına, Holbrooke'un yeniden mekik diplomasisine