Zira, sözlerinin İslam âleminde insanları tekrar sokağa dökme potansiyeline sahip olduğunu bilmemesi imkânsız. Peki neydi bu sözleri? Papa, Almanya ziyareti sırasında Regensburg İlahiyat Fakültesi'nde yaptığı konuşmada, Bizans İmparatoru II'nci Manuel Paleologos ile İranlı bir düşünür arasında geçtiğini belirttiği bir diyalogdan söz etti. İmparatorun, ''Muhammed'in yeni olarak ne getirdiğini bana göstersene? Bu konuda, inandığı dini, kılıçla yayma buyruğu türünden kötü ve insanlık dışı şeyler dışında hiçbir şey bulamazsın'' dediğini söyledi. Karikatür krizi hafızalardaki tazeliğini korurken, Papa 16'ncı Benedictus'un, çomağı arı kovanına sokarcasına, İslamiyet hakkında tahrik edici sözler sarf etmesi, hesaplı bir provokasyondan başka bir şey olamaz. "Bunu ben değil, başkası söylüyor" diyerek sorumluluktan sıyırmaya çalışsa da, kendisinin de bu görüşü paylaştığı ortada. Yoksa, bu tartışmalı diyaloğu hiç gündeme getirmezdi. Papa'nın çeşitli açıklamaları Avrupa'da da tartışmalara neden oluyor. "Avrupalıların dinden uzaklaştığı" savı da bu çerçevede sık sık işlediği bir tema. Bu nedenle, Papa'nın Müslümanları kızdıracak sözler sarf etmesindeki niyeti de ortaya çıkıyor. Kendisi,
Sarkozy'ye özellikle İngiltere'den gelen tepkiler ise dikkat çekiyor. Başbakan Tony Blair'in, kriterleri karşılamış olan bir Türkiye'ye AB üyeliğinin verilmemesinin "sismik nitelikte bir karar olacağını" belirtmesi ve bunun Avrupa'nın çok ötesinde yankılanacağını söylemesi ise çarpıcıydı. Sarkozy'nin sözlerinin hemen ardından ilk yorum International Herald Tribune gazetesinden geldi. Nisan 2007'de yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerinin adaylarından Fransa İçişleri Bakanı Nicolas Sarkozy'nin AB üyeliğimize net ifadelerle tekrar karşı çıkması, Türkiye'den çok Avrupa'da tepki topladı. Bu bile, Türkiye'de AB konusuna duyulan ilginin azalmakta olduğunu gösteriyor. Blair'inkine benzer uyarılarda bulunan Katrin Bennhold ve Dan Bilefsky imzalı yazıda, Almanya Başbakanı Angela Merkel'in de Türkiye'nin AB üyeliğine karşı olduğuna işaret ediliyor. Sarkozy'nin sözleriyle, Türkiye'nin AB üyeliğine karşı bir "Fransız-Alman ittifakı"nın oluşması ihtimalinin arttığı belirtiliyor. Yazıda, Türkiye'nin AB'den uzaklaştırılmasının, Avrupa açısından "uzun vadeli stratejik sonuçları olan ciddi dalgalanmalara neden olabileceği" vurgulanıyor. Ayrıca, AB perspektifini kaybetmiş olan bir
AB kaynakları, kendisini Brüksel'de daha fazla görmek istediklerini sık sık duyuruyorlar. Babacan ise "ziyaretlerin gerektiği kadar, gerektiği zamanlarda yapıldığını", siyasi konuların ise Dışişleri Bakanlığı tarafından yürütüldüğünü belirtiyor.Bu sözleri, Babacan'ın kendisini bir "siyasi müzakereci"den çok, "teknik bir müzakereci" olarak gördüğünü ortaya koyuyor. Oysa, "başmüzakereci" aranırken, konunun erbabı -Avrupa'daki örneklere de bakarak-, bunun, AB ile ilgili konulara bir bütün olarak bakabilen ve siyasi şahsiyeti olan bir kişi olması gerektiğini defalarca belirtmişti. Babacan'ın ise sadece ekonomik ve AB müktesebatına ilişkin meselelerle ilgilendiğini, diğer konularla ilgili olmadığını kendi sözlerinden anlıyoruz. Daha da vahimi, "ilgili" olduğunu belirttiği "müktesebat"a ilişkin konularda da olumsuz sinyaller vermekten çekinmiyor. 'Başmüzakerecimiz' Devlet Bakanı Ali Babacan'ın, AB perspektifine bağlılığı konusunda Brüksel'i ikna etmekte zorlandığı biliniyor. AB konusuyla ilgili olan Türk diplomatların da bu konuda kuşkuları olduğu görülüyor. Babacan'ın son Brüksel temasları ise bu açıdan fazla güven telkin etmedi. Örneğin, TCK'nın 301'inci maddesinin değiştirilmesi
Perşembe gününü Roma'da, Avrupa'nın çeşitli üniversitelerinden gelen tarihçilerin arasında geçirdim. AB'nin alacağı şekil üzerine bir "beyin fırtınası" için toplanmışlardı. Ben de, toplantıyı AB dönem başkanı sıfatıyla düzenleyen Finlandiya'nın davet ettiği gazeteciler arasındaydım. Böylece, güncel konuların dar perspektifinden çıkıp ufuk açan bir perspektifte gezme şansını yakaladım. Söz konusu tarihçilerin sözlerinden, Avrupa sağının din ve kültür konularını Türkiye'ye karşı nasıl istismar ettiklerini gördüm. Zira, Avrupa tarihine geniş açıdan bakıldığında, zannedildiği kadar büyük bir dini ve kültürel birliğinin olmadığı anlaşılıyordu. Avrupa'yı şekillendiren faktörlerin sadece antik Yunan kökenli olmadığı da görülüyordu. Türkiye Avrupa'ya dahil mi? Avrupa sağına göre değil. Türkiye'nin Avrupa'ya ait olduğunu söylemek tarihi ve kültürel gerçekleri zorluyor. Türkiye'nin AB üyeliği de bu çerçevede değerlendirilmeli. Toplantının açılışını yapan, AB adaylığımızın kabul edildiği 1999 Helsinki zirvesinin kahramanlarından Paave Lipponen de bunu vurguladı. Halen Finlandiya Parlamento Başkanı olan Lipponen, "Antik Yunan'dan tiyatroyu ve demokrasiyi aldık. Bunlar elbette ki çok önemli.
Bu oylama da, tıpkı 1 Mart tezkeresi için yapılan oylama gibi, tarihe geçecek. Meclis kararının doğruluğunu veya yanlışlığını ise zaman gösterecek. Bunu görmek için de aslında fazla beklemek gerekmeyecek. Şimdi önemli olan şey, ciddi yansımaları olacak bir uluslararası misyonu üstlenmeye hazırlanan Türk askerine moral verecek yaklaşımlar sergilemektir. Israrla sürdürülecek kısır tartışmaların ise bu açıdan getireceği bir yararı yok. Misyonun kendisine gelince, bu esas itibariyle bir barışı sağlama ve insani yardım temin etme misyonu olacak. İşin içinde "Hizbullah'ın silahsızlandırılması" meselesi de var tabii. Bütün tartışmaların odaklandığı husus da bu zaten. TBMM, 192 ret oyuna karşılık 340 kabul oyuyla hükümete Birleşmiş Milletler'in 1701 sayılı kararı gereğince Türk askerini Lübnan'a gönderme yetkisini verdi. Hükümet bu yetkiyi gerek gördüğü şekilde kullanacak. Ancak, Lübnan'a asker göndereceğini söyleyen hiçbir ülke bu görevi yerine getirmeye hazır olduğunu açıklamış değil. Onun için Türkiye bu konuda yalnız değil. BM kararları ne derse desin, herkes biliyor ki bu kararlar ancak üyelerin uygulama konusundaki iradelerinin gittiği yere kadar gidiyor.Peki, Hizbullah bu
Görüntüyü netleştirmek için bir adım geri atıp genel tabloya bakalım: Cumhurbaşkanı Sezer, asker gönderilmesi konusundaki çıkışıyla "PKK'ya karşı bize kim yardım ediyor ki, başkalarına yardım edelim" anlayışını yansıtıyor. Yani bir "ulusal küskünlük" söz konusu.Üst kademesindeki emekli büyükelçilere rağmen CHP de konuya anlamlı bir boyut getiremiyor.Sırf iktidara vurmak amacıyla, ilgili BM kararının satır aralarını deşerek kendisine sürekli malzeme arıyor. Lübnan'a asker gönderme konusunda bizde süren tartışmaların çoğu Ortadoğu'daki durum veya bölgede gelişen yeni dengelerle ilgili değil. Bu denli ciddi bir konuyu tekrar iç siyasete boğmuş durumdayız. Herkes bu konuyu kullanarak birinin gözünü oymaya çalışıyor. Buna yarın Meclis'teki tezkere görüşmelerinde de tanık olacağız. "Ulusalcı" ve "milliyetçi" kesim ise hükümetin Türkiye'yi tekrar "büyük devletlerin emperyal oyunları"na alet edeceğini savunuyor. Bu konudaki duyarlılığı istismar ederek, "Sıkıysa Kandil'e asker gönderin" provokasyonunda bulunuyor."Dinci kesime" gelince, o da Lübnan'a asker göndermeyi "Müslümanlara karşı ABD ve İsrail'in uşaklığını yapmak" olarak görüyor. Bunun da iç hesaplaşmanın bir unsuru olduğu malum.
Ancak, Avrupalı ülkeler bu sorunları büyük ölçüde kendi hukuk düzenleri içinde halledebiliyorlar artık. Avrupalılar tarafından Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde açılan işkence ve kötü muamele davalarının sayısı da bu yüzden nispeten az. Bu tür ihlallerin ülkelerini küçük düşürdüğü anlayışı da Avrupa kamuoyunda önemli ölçüde yerleşmiş bulunuyor. Kısacası, insan hakları, kültürün bir parçası haline gelmiş durumda. Batı'nın bu açıdan ideal bir dünya yarattığını söylemeye çalışmıyorum. Fakat, Avrupa'ya iltica etmeye çalışanların sayısının sürekli arttığı da bir gerçek. İnsan hakları açısından sağlanmış olan ileri düzeyin bu gelişmede oynadığı rol yadsınamaz. İnsan hakları Batı'ya da kolay gelmedi. Bugünlere gelene kadar büyük badireler atlatıldı. Zencilere, Yahudilere yapılanlar ise hâlâ hafızalarda. Bugünlerde ise Müslümanlara karşı ihlaller artıyor. Bunları her gün basından takip ediyoruz. Türkiye'de ise insan hakları konusu hâlâ sorun olmaya devam ediyor. AB Komisyonu, Türkiye hakkındaki ilerleme raporunu ekim ayında açıklayacak. Sızan bilgilere göre, raporun en ağır bölümleri yine insan hakları ihlalleriyle ilgili olacak. Reformlara rağmen, Türkiye'de hakların hâlâ önemli
Oysa, bu sözlerin üzerinde de durulması gerekiyor. Zira bu sözler, Türkiye ile Irak arasındaki ilişkilerde "normalleşme"nin belirsiz bir geleceğe ertelendiğini ortaya koyuyor. Sezer'e göre Talabani'nin davet edilmesi için koşullar henüz oluşmamış. Hükümet bu ziyaretin olmasını istiyormuş. Fakat kendisi buna karşıymış. Bu arada kendi adına bu yönde yapılan çağrıları da hoş karşılamıyormuş. Cumhurbaşkanı Sezer'in, Kara Kuvvetleri Komutanlığı'ndaki nöbet değişimi töreni sonrasında gazetecilere yaptığı açıklamalardan, Lübnan ile ilgili sözleri ön plana çıktı. Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani'nin Türkiye'ye davet edilmesi konusunda söyledikleri ise arka planda kaldı. Bundan kısa bir süre önce, devletin önemli kurumlarında, Irak anayasasına göre cumhurbaşkanı seçilen Talabani'nin Ankara'ya davet edilmesi gerektiğine inananların olduğunu yazmıştım. Bunun "devletin en üst kademesinde engellendiğini" belirtmiştim. Cumhurbaşkanı Sezer bunu kendi sözleriyle doğrulamış oldu. Talabani'ye "kendi adına davet çıkaranlar"ın kim olduğunu ise söylemedi. Bu sözlerin medyadaki yorumculardan, Dışişleri'ni, hatta MİT'i de kapsayan bir yelpazeyi içerdiği açık. Zira, medyadaki kimi yazarların yanı sıra,