"Kodu mu oturtmak" isteyenlerin kulağına hoş gelen "sert mesajlar" da aslında yeni bir şey getirmiyor. Zira, "Vatanı böldürmeyiz, irticaya geçit vermeyiz" yabancısı olduğumuz bir söylem değil. Ordudaki nöbet değişimleri de bu mesajların geleneksel olarak verildiği ortamlardır. Onun için bu mesajların verilmesi değil, verilmemesi garip olurdu. Nüfusun çoğunluğu da zaten bu sözlere katılıyor. Cumhuriyet tarihimizin en ilginç askeri nöbet değişimlerinden birini yaşıyoruz. Ortalık "mesaj"dan geçilmiyor. Bazıları "yumuşak." Bazıları "sert." Bazıları ise "tatlı sert." Buna karşılık, görevini Orgeneral Yaşar Büyükanıt'a devredecek olan Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök'ün "veda sözleri"nde, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin genç kademeleri açısından olduğu kadar, halen gelişme sürecinde olan toplumumuz açısından da dikkate alınması gereken mesajlar var.Hilmi Paşa, özetle, TSK'nın çağdaş ortamda etkin olmasını sağlayacak "olmazsa olmaz" koşulları ortaya koyuyor. Modern dünyada genç subayların "düşünsel yetenekleri"ni geliştirmelerinin önemine işaret ederek, "Bunu yapabilecek çok elit ve iyi yetiştirilmiş subay kitlesine sahibiz" diyor. Dikkate değer mesajlar Hilmi Paşa,
O yöreyi bilen kişiler olarak nelerin yanıp kül olduğunu düşündükçe kahroluyorduk. Teknemizin üzerine kilometrelerce ötedeki yangından kurum yağmaya başlayınca da felaketin boyutunu daha iyi anlamaya başladık. Gece karanlığının yangının ışığıyla aydınlanması ise gerçekten hüzün verici bir manzaraydı. Bu arada, iki gün boyunca birbirimize "Nerede bu yangın uçakları?" diye sorduk. Havadan bir müdahalenin olmamasını "düşünülemez" olarak gördüğümüz için, "Herhalde uçakları bu mesafeden göremiyoruz" dedik.Gene de, dumanın az olduğu bir sırada, "Buna havadan hemen müdahale edilirse söndürülür" diye düşünmüştük. Onun için, yangın gözlerimizin önünde büyüyünce, ciddi bir ihmalin söz konusu olduğunu düşünmeden de edemedik. Nitekim, yangın uçaklarının sayısındaki yetersizlik günlerdir yazılıyor. Bodrum'un Mumcular beldesindeki orman yangınını iki gün süreyle arkadaşımın teknesinden izledik. Az bir dumanın güneşi örten dev bir buluta dönüşmesini seyrettiğimiz için, yangını ilk ihbar edenler arasında olduğumuzu sanıyorum. Güllük'e bağlı "cennet köşemiz" Zeytinlikuyu'da bulunan Ankara Gazeteciler Sitesi'ndeki evime döndüğümde, yangını, komşularımdan, kıdemli gazeteci Varlık Özmenek ile
Suriye için itibarını kurtararak "yapıcı ülkeler" sınıfına girme şansı da belirmiş bulunmaktadır. Şam'ın konjonktürü iyi değerlendirip bu yönde ilerlemesi tüm bölge için de hayırlı bir gelişme olacaktır. Körelten ve akıl gölgeleyen Amerikan ve İsrail düşmanlığı nedeniyle kimi gerçekleri hatırlamak bizde bazı çevrelerin işine gelmeyebilir. Ancak, unutmamak lazım ki, Suriye bugüne kadar bölgede "yapıcı" olmaktan çok, "bozucu" rolünü oynamış olan bir ülkedir. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün Şam'dan olumlu izlenimlerle dönmüş olması iyi bir gelişmedir. Zira Suriye, Ortadoğu'daki tansiyonun düşürülmesi açısından önemli rol oynayabilecek ülkelerden biridir. Bunu en iyi bilen ülkelerden biri de, tabii ki, Türkiye'dir. Nitekim, Şam'ın PKK'ya 1980'li ve 1990'lı yıllarda sağladığı destek hâlâ hafızalardadır. "Baba Esad" döneminde uyguladığı bu olumsuz politikayla Şam yönetimi, aklınca, Türkiye'yi Hatay ve Fırat konularında sıkıştırmayı amaçlıyordu. Türkiye güya bu yoldan hem Suriye'nin İskenderun üzerindeki iddiaları karşısında boyun eğecek, hem de o sıralarda Suriyelilerin korkulu rüyası olan GAP Projesi'nden vazgeçecekti.Hatay konusundaki ham hayalinden vazgeçmeyen, Fırat konusundaysa
Ancak, bu tespitimiz Amerikalı diplomatları pek memnun etmemişti. Onlara göre iki ülke arasındaki çok boyutlu ilişkiler tek bir konuya indirgenemezdi. Kaldı ki, PKK'nın belgede ismen zikredilmesi ABD'nin bu konuya verdiği önemin bir göstergesiydi. Washington'un atacağı adımlar ise kısa zamanda görülecekti. Türkiye ile ABD arasındaki "Stratejik Vizyon Belgesi" açıklandığında, bu belgeyi Türk kamuoyunun gözünde inandırıcı kılacak olan tek şeyin Washington'un PKK konusunda atacağı somut adımlar olacağını yazmıştık. Oysa, ABD'nin kimi adımlar atmaya başlaması, sekiz erin birden şehit edilmesinden ve Türkiye'nin bir sınır ötesi operasyonu olasılığını ciddi ciddi telaffuz etmeye başlamasından sonra oldu. Atılan adımlar ise, askeri değil, daha çok Iraklı Kürtlere bölgedeki PKK bürolarını kapattırmak gibi şeylerdi.Türk kamuoyu için bu durum bile, söylediği büyük laflara rağmen, Washington'un PKK konusunda duyarsız olduğunu göstermeye yetiyordu. Gazze ve Lübnan'da İsrail'e koşulsuz geçit verirken, Türkiye'nin yapacağı bir sınır ötesi operasyona karşı çıkması ise ABD'nin çifte standardını ortaya koyuyordu. Atılan adımlar askeri değil Bugün gelinen nokta ise tarafların bu konuda hâlâ ortak
Bu planın özündeyse, KKTC üzerindeki izolasyonların kaldırılmasına karşılık olarak Türk limanlarının Rum gemilerine açılması anlayışı yatıyor. Türkiye'nin argümanına güç katan unsur ise Kıbrıslı Türklerin, Rumların aksine, Annan Planı'nı kabul etmiş olmalarıdır. Bu nedenle, Ankara'nın eylem planına "oyalama çabası" olarak bakmak mümkün değil, zira Türk tarafı Kıbrıs'ta çözümü arzulayan taraf olduğunu yeterince göstermiştir. AB'nin, KKTC limanları için BM denetimini öngören bir öneri hazırlamakta olduğunu belirten Independent gazetesinin haberi Ankara'yı kızdırdı. Türkiye bu konudaki çözümün, aylarca önce sunduğu ve BM Genel Sekreteri tarafından da "yapıcı" olarak görülen, "eylem planı" çerçevesinde olmasını istiyor. Buna karşılık, ortada acı bir gerçek de var. Bırakın AB'yi, Müslüman komşularla dostlarımızın bile KKTC'nin tanınması anlamına gelecek herhangi bir adımı atmaya hazır olmadıklarını görüyoruz. Buna "kardeş" cumhuriyetleri de ekleyebiliriz. Azerbaycan'ın, attığı kimi göstermelik adımların arkasını getiremediğini, tam aksine, Rum tarafına bu adımların "tanıma" anlamına gelmediğini temin ettiğini biliyoruz. Onun için, Türkiye'nin eylem planını hazırlayanların
Enginsoy'un söyledikleri, pazartesi günü Ankara'da yapılan güvenlik zirvesinden çıkan "ihtiyatlı" yaklaşımın ABD'yi pek memnun etmediğini, bu nedenle Washington'da, "Önce hevesli olan Türkiye geri adım atmaya hazırlanıyor" izlenimini yaratmaya çalışanların olduğunu gösteriyor. Amacın, Türkiye'nin Lübnan konusunda da "güvenilmez müttefik" çıkabileceği izlenimi yaratarak Ankara'ya baskı uygulamak olduğu belli. Bunu yayanların derdi ise ortada. Lübnan'a asker gönderme konusunda tartışmalar büyürken, Washington'dan yansıyanlar, Türkiye'ye bu konuda bir rolün biçildiğini, bunu yerine getirmesi için de Ankara'ya baskı uygulanacağını gösteriyor. Nitekim, NTV'nin Washington temsilcisi Ümit Enginsoy'un önceki gün bildirdiklerinden de seziliyordu bu. Lübnan'da geçmişte yaşadıkları kötü deneyimlerden dolayı Amerikan askerlerinin bu ülkeye gitmesini istemiyorlar. Fransa liderliğindeki bir güce ise fazla sıcak bakamıyorlar. Bunun Washington'un bölgesel çıkarlarına pek hizmet etmeyeceğini seziyorlar. Bu durumda, Washington açısından en iyi seçenek, ilişkilerdeki sorunlara rağmen, ABD ekseninde tutulabileceğine inandığı Türkiye'nin bu işi üstlenmesi oluyor. Bu beklenti, International Herald
Arap dünyasının etkin gazetelerinden Şark El Avsat'ın Genel Yayın Yönetmeni Tarık El Mohayed'e bakılacak olursa, işin odağında "İran sorunu" var. El Mohayed, Kral'ın ziyaretiyle ilgili, 8 Ağustos tarihli başmakalesinde, İran'ın bölgede yarattığı "rahatsızlığa" değinerek, bunun özellikle Suudi Arabistan açısından önlenmesi gereken bir durum olduğunu savunuyor. Ardından sözlerini şöyle bağlıyor: Kral Abdullah'ın Türkiye ziyareti, bölgedeki spekülasyon ortamını daha da canlandırdı. Yapılan analizlerin genelde "stratejik boyuta" taşınması ise bu ziyaretle ilgili farklı beklentileri ortaya koyuyor. "Tarih bize, İran'ı Şii yapan ve başkalarını da yapmaya çalışan Safevilerin ihtiraslarının Osmanlı İmparatorluğu tarafından engellendiğini öğretti. Öyle görünüyor ki tarih tekerrür edecek ve İran'ın siyasi emellerine engel olunacak."Epey iddialı olan bu sözler, kan ve gözyaşı arasında doğan "Yeni Ortadoğu"da, Türkiye'ye gıyabında, bazı önemli rollerin biçilmeye başlandığını göstermeye yetiyor. Ancak, bu tür dramatik spekülasyon bir yana, Dışişleri çevreleri Türkiye ile Suudi Arabistan'ın aslında birçok bölgesel konuda "tam mutabakat" içinde olduklarını belirtiyorlar. Önemli roller
Türkler yabancı düşmanı ve ırkçıdır. Şiddete yatkın oldukları gibi, sevgi ve saygıyla da ilgileri yok. Hoşgörülü olmaları ise söz konusu değil. Demokrasi ve insan hakları bu nedenle Türk'e yakışmaz. Türkün dostu da yoktur. Arap, Acem, Frenk, Germen, Leh, Rus, İngiliz, hepsi düşmandır. "Asker doğan" Türke de zaten düşman yaraşır, çünkü bu olmadan kimliğini kaybeder. Erman Toroğlu'nun Genelkurmay Başkanı Org. Özkök'ü hedef alan yorumlarıyla ilgili olarak yazdığım son yazılara gelen ve kabalıkla saldırganlıkta birbirleriyle yarışan tepkilerin "deşifresinden", şahsen reddettiğim şu görüntü çıkıyor ortaya: Türkler ayrıca, "üç boyutlu" düşünme yeteneğinden yoksundurlar. Bir konunun arkası, yanları, bir "karşı görüşü" olabileceğine ihtimal vermezler. Bu boyutları kurcalayanlar ise Türklerin kötülüğünü isteyenlerdir. Bu listeyi uzatmak mümkün, ama yazması bile insanı rahatsız ediyor. "Türklük" adına şahsıma dönük küfürlü tepki gösterenleri önemsemiyorum. Sözleri sadece kendi düzeylerine ışık tutuyor. Fakat, bu kişilerin karınlarıyla değil, akıllarıyla yanıtlamaları gereken soru şudur: Biz Türkler gerçekten de yansıttıkları gibi sevgisiz, sevimsiz, hoşgörüsüz ve saldırgan bir millet