Burada hedefteki ilk kişi Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök'tür. Kendisinin özellikle Annan Planı sürecinde ve AB reform paketlerinin kabulü sırasında oynadığı sağduyulu rolün bazı kesimlerce kolay hazmedilemeyeceği anlaşılıyor. Hedefteki ikinci kişi ise Hilmi Paşa'dan görevi devralacak olan Yaşar Paşa'dır. Ona da, "Sakın Hilmi Paşa gibi olma. Kodun mu oturtacaksın ha!" denmeye çalışılıyor, ki bu yakışıksızdır. Kendisinin böyle bir kişi olmadığı da görülecektir. Erman Toroğlu'nu tanımam. Kendisiyle polemiğe girecek de değilim. Ancak, dile getirdiği "Ben demokrat bir Genelkurmay Başkanı istemem. Asker kodu mu oturtacak" sözlerinin bir "taban"ı olduğunu biliyorum. Onun için konuyu bu zeminde ele alacağım. Hilmi Paşa'ya dönük, "fazla demokrat, fazla beyefendi" eleştirisi epeydir ortada dolaşıyor. Bu vasıfların herhalde bir tek Türkiye'de eleştiri konusu olması mümkün. Uzun süre dış görevlerde bulunmuş olması ise hep bir "zafiyet" olarak gösterilmeye çalışıldı. Ancak, bunun Türk Silahlı Kuvvetleri açısından ne denli mantıksız bir yaklaşım olduğu pek düşünülmüyor. Ordumuzda yükselmenin temel vasıflarından biri de dünyayı kavrayarak ona göre hareket etmektir. Subaylarımızın
Dünyada bunu anlayanların sayısı da çoğalırken, umudumuz bu gerçeğin Türkiye'de de anlaşılmaya başlanması ve "Dış güçler bizi parçalıyor, mahvolacağız" söylemiyle ülkeyi zafiyet içinde gösterme huyundan vazgeçilmesidir. Bu aşamada Türkiye'yi tek bir şey "parçalayabilir." O da, memleketin yeni gerçekleri ile dünya gerçekleri arasındaki dengeyi bulma yeteneğini yakalayamamış olan Türkiye'nin kendisinden başkası değildir. AB'nin kilit isimlerinden Ollie Rehn'in Milliyet'in dünkü manşetinde yer alan sözleri önemli bir gerçeği yansıtıyor. Türkiye'nin -zaten var olan- stratejik önemi gerçekten de artıyor. Bu dengeyi yakalamış olan Türkiye'yi ise hiçbir güç tutamaz. Buradaki şablon İspanya'dır. Bu ülke, bizdekileri hiç aratmayacak türden vehimlerle bezenmiş olan Franco döneminden sonra şahlandı. Niçin? Çünkü, memleketi yöneten güçler, sözünü ettiğimiz "denge"nin "hayati" önemini kavradılar. Kim ne derse desin, bugün "parçalanıyor" gibi görünen İspanya, aslında kolektif refah düzeyi sürekli artan başarılı bir ülkedir. Kendi memleketimizin mevcut "gerçeklerine" gelince, bunlar zaten ortada: - Hızlı ve dengesiz kentleşme.- Tarıma dayalı toplumdan sanayi toplumuna "altyapısız" geçiş.-
İkinci şık ilk bakışta daha olası görünüyor. Zira insan, "O kadar istihbarat toplama yeteneği olan bir süper güç bu kadar basiretsiz olamaz" diye düşünüyor. Ancak, ABD Savunma Bakanı, Genelkurmay Başkanı ve Irak'taki güçlerin komutanının Senato'daki açıklamalarından sonra ilk şık daha fazla ön plana çıkıyor. ABD'yi Irak batağına sürükleyenler ya gaflet içindeler, ya da Ortadoğu açısından tehlikeli fakat kendilerince "hesaplı" bir kumar oynuyorlar. ABD Senatosu Silahlı Kuvvetler Komitesi'nde önceki gün yapılan "duruşma"dan bu çıkıyor. Burada sonuncusundan başlayalım, zira en vahim mesajı o verdi. Senatörler tarafından sorgulanan General John Abizaid aynen şunları söyledi:"Başta Bağdat'ta olmak üzere, toplumlar arasındaki şiddet herhalde bugüne kadar gördüğüm en kötü noktadadır ve durdurulmazsa Irak'ın bir iç savaşa sürüklenmesi mümkündür."Özetle, suyun başındaki komutan bir "iç savaş olasılığı"ndan söz ediyor. Fakat burnunun dibindeki şeyin zaten bir "iç savaş" olduğunu hâlâ kabul etmiyor. Doğal olarak da, bu sözleri senatörleri tatmin etmiyor. En vahim mesaj Nitekim "Vietnam Gazisi" olan ve "Şahin" diye bilinen Senatör John McCain, Genelkurmay Başkanı General Peter Pace'e,
Yemek sırasında karşımdaki komutanın son derece "kozmopolit", geniş bir yelpazede sohbet yürütebilen, olumlu mizaçlı ve yumuşak üsluplu, özetle, "Avrupai bir beyefendi" olduğunu görmüştüm. Türkiye'ye dönüşünden sonra da kendisiyle çeşitli resepsiyonlarda veya toplantılarda konuşma fırsatını buldum. Bu sayede olumlu izlenimlerim daha da pekişti. Kısacası, Yaşar Paşa ile ilgili düşüncelerim, hakkındaki "tevatür"e değil, kişisel temaslarıma dayanıyor. Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ı Napoli'deki NATO karargâhında görev yaptığı sırada tanımıştım. Bir grup Türk gazeteci için verdiği yemekte "baş masa"ya düştüğüm için, kendisiyle uzun uzun sohbet etme fırsatı bulmuştum. Aradan zaman geçti ve o bugün Türkiye'nin en önemli mevkilerinden birine erişti. Üstelik cumhuriyet tarihimizin en karmaşık dönemlerinden birinde. Bu yüzden, önümüzdeki iki yılın kendisi açısından zorlu bir sınav niteliğinde olacağını zaten kendisi de biliyordur. Bir hususu kabul etmemiz gerekiyor. Türkiye ile ilgili "mit"lerden biri de, askerlerin siyasetten uzak durdukları anlayışıdır. Nitekim, ordu mensuplarının çeşitli konulardaki açıklamalarının -veya bu konularda ortaya koydukları tavırlarının- günlerce nasıl
Sünni-Şii çatışmasının giderek büyüdüğünü Irak'tan biliyoruz. Sünni Arap liderlerin, İsrail'in Lübnan'da yaptıkları karşısında sessiz kalmaları da, kuşkusuz, Şii öfkesini besliyor.Bu mezhep çatışması, Washington'da "Yeni Ortadoğu"nun şablonunu oluşturmaya çalışanlar tarafından mı körükleniyor? Yoksa, onlar da hiç beklemedikleri bir durumla mı karşı karşıyalar? Bu belli değil. Guardian gazetesine konuşan bir Hizbullah militanının sözleri Ortadoğu krizinin ne denli karmaşık bir hal almaya başladığını gösteriyor. Söz konusu militana göre, "İsrail'in zaferi, Sünnilerin zaferi olacakmış." Bunun olmaması için de, "kanlarının son damlasına kadar savaşacaklarmış." Şu anda belli olan tek şey var. Hizbullah'ın tetiklediği, İsrail'in de körüklediği son gerilimden farklı ülkelerle, farklı örgütler ve kesimler çok farklı şeyler bekliyorlar. Lübnan'daki çatışmaları durdurmayı amaçlayan ateşkes çağrılarına gelen farklı tepkiler de bunu gösteriyor. Roma zirvesinde "ateşkes" fikrine soğuk bakarak, İsrail'in saldırılarına "yeşil ışık" yakan Washington, son Bush-Blair görüşmesinden sonra ateşkes çağrısında bulunmaya başladı. Üstelik, "Hizbullah'ın silahlarını bırakması" önkoşulundan vazgeçmişe de
Oysa, Roma'da ABD'den başka İsrail'e "yeşil ışık" yakan ülke yoktu. Washington'un gerekçesini de Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice zaten net bir şekilde açıkladı. Bush yönetimi Ortadoğu'da "yeni bir düzen" istiyor. İsrail'in, Roma zirvesinden Lübnan'daki şiddet dolu operasyonuna "yeşil ışık" çıktığını söylemesi, bu ülkenin uluslararası camiayı ne denli hafife aldığını göstermesi açısından ibretlik bir durumdur. ABD, bu çerçevede, İran ve Suriye'nin dize getirilmesine öncelikli bir yer verdiğini de gizlemiyor. Bu nedenle Lübnan'da her gün artan sivil kayıpları hiçe sayarak İsrail'e "yeşil ışık" yakmış bulunuyor. O da, "Yeni Ortadoğu"nun kurulmasından önce, havadan yürüttüğü balyoz operasyonuyla "Eski Ortadoğu"yu yerle bir ediyor. Bunu yaparken de, sadece İslam dünyasının kendisine ve ABD'ye dönük nefretini artırmıyor, "İslami köktendincileri yok ediyor" gerekçesiyle başta sessiz kalmayı yeğleyen Avrupa'nın bu dolaylı desteğini de hızla kaybediyor. Eski Ortadoğu ABD-İsrail cephesi, bu arada, "uluslararası güç" olarak Lübnan'da ne istediklerini de ortaya koymuş bulunuyorlar. Onlara göre, bu öyle "yumuşak" bir güç olmayacak. Aksine, Hizbullah ile çatışmayı göze alacak bir güç
Bu çerçevede Celal Talabani "Irak Cumhurbaşkanı", Mesut Barzani de "Kürt Bölgesi Başkanı"dır. Türkiye'de birçok kişinin hoşuna gitmese de, bu düzenleme yeni Irak anayasasına dayanıyor. Yani, değişmesi için anayasanın değişmesi gerekiyor. Oysa tam şu günlerde, -üstelik İstanbul'da bu anayasanın her yönüyle hayata geçirilmesi konusu, BM şemsiyesi altında, kapalı kapılar ardında ve Türkiye'nin resmi katılımıyla ele alınıyor. Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök bundan bir süre önce Irak'taki yeni gerçekleri tanımamız gerektiğini söylemişti. Bu gerçeklerden biri de Kürtlerin "yeni Irak"taki merkezi konumudur. Kısacası, "Türkiye kendilerini istemiyor" diye Talabani ve Barzani, "yok olmayacaklar." Tam aksine konumları aslında giderek güçleniyor. Zira, Irak'ın diğer bölgelerindeki kaosa rağmen, kendi bölgelerini üstelik büyük ölçüde Türk girişimcileriyle kalkındırmaya ve istikrara kavuşturmaya devam ediyorlar. Nitekim, "Kürt yönetimi" tam bu günlerde, "Diğer Irak" adı altında büyük bir tanıtım kampanyası başlatıyor. "Kürdistan"daki istikrara işaret ederek bölgeye yabancı yatırımcı ve turist çekmeyi umuyor.Bu gelişmeler devam ederken, El Hayat gazetesinde 12 Temmuz'da bu konuda uzun
Kısacası, Bush yönetimi burada, Ortadoğu'ya istediği düzeni getirme fırsatını yakaladığına inanarak ilerliyor. Bu durumda, Condoleezza Rice'ın bölgede bugün başlayacak olan temasları sırasında, Ortadoğu'daki kitleler tarafından, "aracı" veya "çözücü" olarak değil, "hasım" olarak görüleceği malum. Bu arada, Washington'un bölgeye "demokrasi ve insan hakları getirme" iddiasının boş bir taktik olduğu da iyice su yüzüne çıkmış bulunuyor. Hariri suikastı sonrasında bu açılardan sözde "gözbebeği" yaptığı Lübnan'ın tahrip edilmesine yeşil ışık yakması bunu sergilemeye yetiyor. İsrail'in Lübnan'a karşı acımasız saldırısını ABD ile eşgüdüm içinde yürüttüğü artık kesinleşti. Bu operasyonu destekleyen Washington'un, ateşkes çağrılarına karşı çıkarak, "İran ve Suriye sorunlarını da kapsayan geniş bir çözüm istiyoruz" demesi bunu kanıtlıyor. Batı'da zaten, İslam âleminin "dinen" demokrasi ve özellikle de insan hakları için gerekli sosyokültürel yapıya sahip olmadığı, Türkiye'nin ise, bir Müslüman toplumun bu konularda ancak belli bir noktaya kadar gidip ötesine geçemediğini gösterdiğine ilişkin "Neo-Huntingtonyen" görüşler (veya zırvalar) popülist düzeyde hızla yayılıyor.Bu da, İsrail'in