Lipponen soykırım tasarısını eleştirdi: Ankara'dan ayrılmadan önce kısaca görüştüğümüz Lipponen bu tasarının fikir özgürlüğü açısından olduğu kadar, Türk-Ermeni diyaloğu ve Türk-AB ilişkileri açısından da büyük sakıncaları olduğunu belirtti. "Sözde Ermeni soykırımı" ifadesini de çekinmeden kullanan Lipponen, Ermeni tasarısını hazırlayan Fransız Sosyalistleriyle görüşüp kendilerini "makuliyetten yana" ikna etmeye çalışacağını da belirtti. Aynı zamanda Finlandiya Meclis Başkanı olan Lipponen'in sorularımıza yanıtları şöyleydi: Türkiye'yi bu hafta ziyaret eden Avrupa Sosyalist Partisi heyetinin başkanı Paave Lipponen, Avrupa'nın "akil adamlar"ından sayılıyor. Fransız Parlamentosu'nun bugün ele alacağı "Ermeni tasarısı" konusundaki tavrını ise "Fransız sosyalistleri veya Ermeni lobisi ne der?" türünden kaygılara kapılmaksızın ortaya koyuyor. 'Küçük Avrupa' - Türkiye'ye olumsuz sinyaller gönderen Avrupa değil. Dönem başkanlığı ve AB Komisyonu bu tür sinyaller göndermiyor, yol alınması için Türkiye'yi teşvik ediyorlar. Olumsuz sinyaller bazı ülkelerden geliyor. Ne yazık ki bazı ülkelerde milliyetçilik artıyor ve "küçük Avrupa" düşüncesi ön plana çıkıyor. Bunlar endişe veren
Buna karşılık, liberal dünya görüşüne yabancı olmadığı çıkışlarından anlaşılıyor. Fakat, partisinin muhafazakâr kimliği de ortada. Belli ki bu kesimi de caydırmak istemiyor.Bu arada, "kararsızlar"ın saffına geçmiş olan sosyal demokrat ve liberal seçmen artan bir şekilde "Kime oy vereceğiz?" diye soruyor. Zira, CHP'nin bu kesim açısından bir siyasi cazibesi kalmadı artık. Kararsızların arasında Ağar'ın sözlerine kulak kabartanların artması da bundan olsa gerek. Ağar için, "Sosyal demokrat olsun" demiyoruz tabii ki. Bu zaten eşyanın doğasına aykırı olurdu. Ancak, liberal dünya görüşüne meylettiğine göre, Ağar'ın siyasi mesajlarını daha açık bir şekilde dile getirmesi gerekiyor. Abbas Güçlü'nün "Genç Bakış" programında konuşan Ağar'ın, "İktidarda olsaydım askeri konuşturmazdım. Askerin konuştuğu yerde hükümet yok demektir" şeklinde ilginç bir çıkışı oldu. DYP lideri Mehmet Ağar'ın son dönemde ilginç çıkışları oluyor. Ancak, ele aldığı konuların hassas doğası nedeniyle, pek net konuşamıyor. Bu sözleri, elbette ki, "Gerekeni ben yapar, konuşması için askere neden bırakmazdım" şeklinde yorumlamak da mümkün. Yani, buradaki tutum "proaktif" mi, yoksa "reaktif" mi, tam belli değil.
Hatta İsviçre bu yüzünden şimdiden karıştı. Nedeni de, Ankara'yı bu hafta ziyaret eden Adalet Bakanı Christoph Blocher'in ülkesinde "Ermeni soykırımı olmadı" diyenleri cezalandırmak için kullanılan yasayı eleştiren sözleri.Blocher, "ırkçılıkla mücadele"yi öngören, İsviçre ceza kanununun 216 sayılı maddesinin Ermeni soykırımı konusunu kapsayacak şekilde yorumlanarak uygulanmasını eleştirerek, bu yasanın başını ağrıttığını söylemişti.Adalet Bakanı Cemil Çiçek ile görüşmesi sırasında Blocher ayrıca, "Bu yasanın önde gelen bir Türk tarihçisine karşı kullanılabileceğini kimse hayal edemezdi" demişti. Kastettiği tarihçi, tabii ki, Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu'dur. Fransız Parlamentosu sayesinde, Ermeni soykırımı konusunun hem Türkiye'de, hem de Avrupa'da akademik değil, yasal bir zemine oturtma çabalarını önümüzdeki hafta tekrar hararetle tartışacağız. Bu tartışmalar sırasında olan yine fikir özgürlüğüne olacak. İsviçre Adalet Bakanı'nın bu sözleri ülkesini anında elektriklendirmiş. İçişleri Bakanı Pascal Couchepin bunları "kabul edilemez" bulurken, Cumhurbaşkanı Moritz Leuenberger, kabinenin, Adalet Bakanı'nın sözlerini tartışmak üzere hemen toplanması
ABD ve İngiltere'yi ziyaret eden Başbakan Erdoğan ve çevresinin uçakta gazetecilere yansıttıkları da bunu gösteriyor. Hükümetin askeriye ile bir polemiğe girmeyeceği, aksine ilişkileri yumuşatmaya çalışacağı anlaşılıyor. İzlenimlerim, AB kanadının da TSK ile - dolayısıyla Türkiye ile - bu konuda yıpratıcı bir diyaloğa girme heveslisi olmadığı yönündedir. AB'nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Olli Rehn'in Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın sert açıklamalarını "alttan alması," ayrıca TSK'nın "profesyonelliğine" duyduğu "saygıyı" ifade etmesi de bunun kanıtı. Son günlerde Cumhurbaşkanı'ndan Genelkurmay Başkanı'na kadar herkes eteğindeki taşı döktü. Buna Türkiye'deki AB temsilcisi Hans Jorg Kretschmer de dahil. Şimdi bir "suhulet" dönemine girmekte olduğumuzu gösteren işaretler var. Bütün bunlar, tarafların görüşlerini değiştirecekleri anlamına gelmez tabii. Ancak işin önemli yanı şudur: "Eski günlerde" bu tartışmalar karakolda biterken şimdi işi sokağa dökme eğilimi pek yok. Bu da kanımca, ortam ne kadar gerilirse gerilsin, bir "ortak paydanın" oluştuğunu gösteriyor. Peki nedir bu ortak payda? Elbette ki ülkedeki göreli istikrarı bozmamak arzusu. Evet, Türkiye bugün
Görüleceği gibi ilki "bencil" olduğu kadar "öznel" bir kavram. Zira, insanın kendisine karşı olan bir duyguyu, kişisel algılamalarına göre oluşturmasıyla ilgili bir durum söz konusu. Entelektüel kapasite ne kadar düşük ise "onur" algılamasının o denli az gelişmiş olması da, bu durumda, kaçınılmaz oluyor. Töre cinayetlerini ele alalım. Adam, "Kız kardeşimi öldürdüm, namusumu temizledim" diyor. Türk Dil Kurumu "onur" kelimesini, "İnsanın kendine karşı duyduğu saygı, şeref, öz saygı, haysiyet, izzetinefis" olarak tanımlıyor. "İtibar" kelimesini ise "Saygı görme, değerli, güvenilir olma durumu, saygınlık, prestij" diye. Az gelişmiş kabile zihniyetine göre, "onur" böyle "kurtarılmış" oluyor. Ama bu eylem ile "itibar kazanılmış" olmuyor. Zira itibar, "nesnel" bir kavramdır. Bir insanın itibarlı olup olmadığını kendisi değil başkaları tayin eder. İnsanoğlu, diğer yaratıkların aksine, "aklen gelişme" kapasitesine sahiptir. Şu ana kadar ulaşabildiği "zihinsel mükemmeliyet" açısından, töre cinayeti işlemiş birisi için "itibarını kurtardı" demek de mümkün değildir. Durup dururken bu "semantik" konuya neden girdim? Girdim, çünkü geçen hafta Beyoğlu Adliyesi'nde yazar Elif Şafak hakkında
Ölümünden kısa bir süre önce Papa tarafından büyük bir sevgi gösterisiyle kabul edilen Fallaci, bu hayranlığını böylece bizzat iletme fırsatını da bulmuştu. Peki neden? Katoliklerin ruhani lideri ile bir "azılı ateist" arasındaki bu sevgi bağı neye dayanıyordu? Sorunun yanıtı basit. Papa ile Fallaci İslam'ın Avrupa'nın önündeki en büyük tehdit olduğu konusunda mutabakat içindeydiler. Papa elbette ki konuya "Hıristiyan Avrupa" gözlüklerinden bakarken, Fallaci "post- Hıristiyan ve laik Avrupa" açısından bakıyordu. Ancak, her iki bakış açısına göre, İslamın ne Hıristiyan, ne de laik Avrupa'da yeri var. Papa 16'ncı Benedictus ile birkaç gün önce ölen tanınmış İtalyan gazeteci Oriana Fallaci'nin aynı kefede olmaları elbette ki garip. Zira, Fallaci her fırsatta "ateist" olduğunu vurgulayan biriydi. Buna karşılık, özellikle son mülakatlarında, Papa'ya hayranlık duyduğunu da sık sık açıklamıştı. Hal böyle olunca, Fallaci'nin de Türkiye'nin AB üyeliğine karşı olması kaçınılmazdı. Zira o da, 16'ncı Benedictus gibi, Türkiye'nin "Avrupa ile ebedi bir zıtlık ilişkisi içinde olduğuna" inanıyordu. İşte bu nedenle, ömrü Papa'nın yol açtığı son krizi görmeye yetseydi memnun olurdu. Çünkü,
İri yarı yapılarına rağmen, Alman Rottweiler köpekleri doğal olarak saldırgan değiller. Ancak, saldırdıklarında epey zarar verirler. Neye kızıp saldırdıkları ise her zaman belli olmaz. Bu yüzden, Rottweiler beslemek isteyenler uyarılır. Bu lakabın yeniden kullanılması, Papa'ya Batı'da da duyulan kızgınlığı yansıtıyor. "Ulvi konum"una yakışmayan söylemi sayesinde temsil ettiği kuruma gölge düşürdüğüne inanılıyor. İngiliz Guardian gazetesi de önceki gün yayımladığı başmakalesinde bunun altını çizdi. 16'ncı Benedictus'un, bir önceki Papa'nın aksine, dinlerarası diyaloğu önemsemediğini belirterek şunları yazdı:"Burada söz konusu olan, farklı dinlere fazla sempati beslemeyen bir adamdır... Papalığın gereği olan 'aracılık' görevini terk eden Papa, Ortaçağ fantezileri uğruna silaha sarılmışa benziyor... Böylece, sadece birkaç ay zarfında, dünyanın iki önemli inancına mensup kişileri rencide etmeyi başardı." Hayır, Papa'ya hakaret etmiyorum. Kendisine olmasa da makamına saygı göstermek durumundayız. Rottweiler'lara da bir kastım yok. Papa 16'ncı Benedictus'un, kardinal olduğu günlerden kalma böyle bir lakabı var. Müslümanları sokağa döken sözlerinden sonra Papa'nın bu lakabı Batı
Başbuğ'un açıklamasını okurken "Bu sözlerin muhatabı kim?" diye merak ettim. İlk etapta akla tabii ki PKK geliyor. Ancak mesajın farklı bir muhatabı da varmış gibi geldi bana. Van'da iki şehit için düzenlenen cenaze töreninde konuşan Başbuğ şunları söyledi:"Güvenlik güçlerinin mücadelesi silahlı mücadeledir ve bu kanlı terör örgütü yok edilinceye, kırsalda ve şehirlerde terörist kalmayıncaya kadar devam edecektir... Bunun dışında düşünülebilecek diğer bütün hareket tarzları, sadece bu terör örgütüne taviz vermek demektir." Bu sözler, ABD'nin "PKK Koordinatörü", emekli General Joseph Ralston'un geçen hafta Ankara'ya yaptığı ziyaret sırasındaki sözlerini hatırlattı bana. NTV'ye konuşan Ralston, PKK'ya karşı güç kullanımının "en son seçenek" olarak görülmesı gerektiğini söylemişti. PKK'nın kan akıtmaya devam etmesi karşısında, sertlik yanlılarının gözleri artan bir şekilde, "kodu mu oturtması" beklenen Genelkurmay Başkanlığı'na döndü. Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ'dan önceki gün gelen açıklama ise bu umutları daha da beslemiştir. Ralston, gelen tepkiler üzerine, "Tabii koşullar gerektirirse güç de kullanılır" türünden daha sonra yaptığı "tamamlayıcı" bir