Dışişleri bakanlarımızın önemli bir avantajları vardır. Altlarında Türkiye’nin en seçkin kadrolarından birinin olması kendileri için avantajın da ötesinde bir imtiyazdır. Ahmet Kurtcebe Alptemoçin ve Safa Giray’ı anımsayalım.
Dışişleri bakanı olana kadar dış politikayla ilgilenmemiş olmalarına karşın -ki bu durum bakanlıktan ayrılmalarından sonra da sürdü- Türkiye’nin dış politika yönetimi, bakanlığın bu yapısı sayesinde, hiç aksamamıştı.
Fakat elimizde rahmetli İsmail Cem örneği de var. Bu da, dışişleri bakanının girişkenliği ile kadrosunun yeteneklerinin birleşmesiyle ne tür olumlu gelişmelerin meydana gelebileceğini gösteren bir örnektir. Cem bu vasfa sahip olmasaydı Yunanistan ile uzlaşma sürecine girilebilir miydi? Bu tartışılabilir.
Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ı tanıyanlar ekonomik konularda çok bilgili ve yetenekli olduğunu belirtiyorlar. Hatta bir “whizz kid”, yani “dâhi çocuk” olduğunu söyleyenler dahi var. Becerisini de zaten ilk AKP hükümeti sırasında gösterdi.
Faninin
Yoksa Tahran ve Washington gibi zıt uçtaki başkentlerden tutun, AB ve BM gibi kuruluşların başındakilere kadar herkes, bugün Ankara'da beklenen ABD Savunma Bakanı Robert Gates gibi düşünüyor.Gates, Yeni Delhi'de salı günü yaptığı açıklamada, TSK'nın operasyonunun "iki haftadan fazla sürmemesi gerektiğini" belirtmekle kalmadı. ABD'nin Türkiye'nin Kürt sorunuyla ilgili beklentisini de tekrarlayarak, bu sorunun "ekonomik ve siyasi adımlarla çözülmesi gerektiğini" söyledi. TSK'nın Kuzey Irak'taki operasyonu sürerken, Ankara'nın en büyük hatası, "Dünyayı yanımıza çektik" diye rehavete kapılarak işi orada bırakması olacaktır. Zira Türkiye'nin sağladığı destek teröre karşıdır, Kürtlere karşı değil. Bu tabii ki Türkiye'de de söyleniyor ve söyleyenler arasında TSK'dan tutun, MİT'e kadar, devletin en önemli kurumlarının üst kademelerinde bulunmuş isimler var. Ancak, kimi emekli paşalarımızın, TSK ile peşmerge arasında çatışma çıkmasını adeta temenni eden televizyon kanallarındaki söylemleriyle, "Oradayken Kerkük'ü de halletsek" şeklindeki basit yaklaşımları, Türkiye'deki aşırı sağın sabit düşüncelerini besleyenlerin dünyadan ne denli bihaber olduklarını gösteriyor. Öte yandan, CHP ve MHP
Nitekim, Hristofyas ve Yannakis Kasulides'in seçimlerin ilk turunda gösterdikleri başarı, Kıbrıs sorununun çözümü açısından taze umutların doğmasına neden olmuştur. Kıbrıslı Türkler bu gelişmelerden memnun olsalar da ihtiyatı, haklı olarak, elden bırakmıyorlar. Nedeni ise malum. Hristofyas'ın Annan Planı sürecinde son dakikada tutum değiştirerek oynadığı olumsuz rol unutulmuş değil. Bu nedenle Hristofyas ve Kasulides'in çözüm için çalışma konusunda verdikleri sözleri kanıtlamaları gerekecek. Bu yazı kaleme alındığında Kıbrıs Rum kesiminde dün yapılan başkanlık seçimlerini kimin kazandığı henüz belli değildi. İbre Dimitris Hristofyas'tan yana görünüyordu. Fakat burada asıl önemli olan, Papadopulos döneminin kapanıyor olmasıdır. Bu arada, seçimleri kaybeden adayın diğerine çözüm konusunda destek vermesi de gerekecek. Kaybeden tarafın bu açıdan göstereceği çaba da ayrı bir "samimiyet göstergesi" olacak. Öte yandan, Papadopulos'un gitmesi hem adada, hem de Avrupa'da memnuniyetle karşılanırken, Türkiye'nin ne denli memnun olduğu meçhul. Zira, hafta içinde Financial Times'ın da belirttiği gibi, Ankara bu konuda çok fazla renk vermiş değil.Nitekim, Kıbrıslı Türk olan kıdemli
Meclis'ten son olarak zar zor geçirilen Vakıflar Kanunu AB'de memnuniyetle karşılanmasına rağmen, diplomatik çevreler burada asıl uygulamanın belirleyici olacağını vurgulayarak, bu konuda daha şimdiden kuşku beyan ediyorlar. Özetle, bu kanunun geçmesi de, tek başına, hükümetin AB kararlılığı konusunda bir gösterge olarak kabul edilmiyor. Sadece "olumlu bir ilk adım" olarak görülüyor. Türkiye'nin AB konusundaki kararlılığının sorgulandığını bir süredir yazıyoruz. Türban konusunda atılan adımın Avrupa'da "özgürlükler yolunda atılan bir adım" olarak değil, "siyasi İslamın özel gündemi çerçevesinde atılan bir adım" olarak görüldüğünü de yazmıştık. Bu arada, dikkat çeken bir diğer husus da, hükümetin Avrupa'yı adeta arka plana iterek, Türkiye açısından getirisinin ne olduğu belli olmayan diplomatik temaslar üzerinde yoğunlaşmış olmasıdır.Bu çerçevede, Sudan Devlet Başkanı Ömer el Beşir ile Senegal Cumhurbaşkanı Abdoulaye Wade'nin Türkiye'ye yaptıkları ziyaretlerden sonra, Gül'ün bu kez Tanzanya'ya gidiyor olması ilgi çekmiş bulunuyor.Türkiye'nin, Darfur nedeniyle Batı'nın tepkili olduğu El Beşir'i Ankara'ya davet ederek kendisini en üst düzeyde ağırlaması, kaçınılmaz olarak, Avrupa'ya
Başbakan Serj Sarkisyan, beklendiği gibi, güçlü bir şekilde kazanırken, bağımsızlıktan sonra Ermenistan'ın ilk Cumhurbaşkanı olan Levon Ter Petrosyan da, yine tahmin edildiği gibi, kötü bir performans verdi.Oyların yüzde 53'ünü alan Sarkisyan, böylece daha ilk turda Cumhurbaşkanı seçildi. Oyların sadece yüzde 22.5'ini alan Petrosyan ise şimdiden seçimlere hile karıştırıldığını savunarak protesto gösterileri düzenliyor. Bu da Ermenistan siyasetindeki sert kavgaların bir süre daha durulmayacağını gösteriyor. Dikkatler şimdi AGİT gözlemcilerinin bu konuda hazırlayacakları rapora dönmüş bulunuyor. Geçmiş seçimlerde Ermenistan'a iyi not vermeyen AGİT'in bu seçimlerde de bazı düzensizlikleri saptaması bekleniyor. Ermenistan'da salı günü yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinden bir sürpriz çıkmadı. Kısa bir süre önce bir hafta boyunca kaldığımız Erivan'da gözlemcilerin bize söyledikleri oldu. Nitekim Erivan'dayken, Cumhurbaşkanı Koçaryan'ın da güçlü desteğine sahip olan Başbakan Sarkisyan'ın seçimlerde devlet olanaklarını kullanması bizim de dikkatimizi çekmişti. Ancak, seçimler normal demokratik kıstaslar içinde gerçekleşseydi Sarkisyan gene de kazanırdı diye düşünüyoruz. Zira Ankara ile
Başka bir ifadeyle, "etnik temizlik yapalım" derken Sırplar, kendilerinin bölgeden büyük ölçüde temizlenmelerine yol açtılar; ki bu tarihin nadiren dağıttığı adaletin çarpıcı bir örneğidir. Adeta "patolojik" düzeyde olan Sırp milliyetçiliği böylece Batı tarafından cezalandırılmış oldu. Bu durum ilk etapta Ruslar ve Rumlar olmak üzere, dünyadaki Sırp yandaşlarını memnun etmese de, kimsenin Kosova'daki saati geri çevirmek için yapabileceği fazla bir şey yok. Kosova dün beklendiği gibi bağımsızlığını ilan etti. Böylece Miloseviç'in 1989'de ayrılık ve savaş tohumlarının ekmesini takip eden kanlı süreç, Sırpların en kutsal saydıkları toprakları kaybetmeleriyle sona erdi. Zira Kosova bugün NATO'nun ve AB'nin koruması altındadır. Sırpların bu durumda yeni bir savaşı göze almaları zayıf bir ihtimaldir. Kaldı ki, böyle bir savaşı başlatsalar dahi, bunu kazanmaları imkânsız görünüyor.Ancak "Kosovarlar" için bu mutlu son beraberinde gene de çok sayıda soru işareti getiriyor. Zira hem Avrupa'yı hem de ABD'yi bağlayan bir emsal ortaya çıkmış bulunuyor. Bu bazıları için iyi, bazıları için de kötü bir emsalken, Türkiye gibi karmaşık dış politikası olan bir ülke için hem iyi, hem de kötü
Nitekim Batılı dostlarımız şu sıralarda Erdoğan'a, Almanya'daki Türklere dönük olarak, "insanlık suçu" nitelemesiyle dile getirdiği, "asimilasyon" konusunda Türkiye'nin karnesini hatırlatmak için adeta sıradalar. Neyi kastettiklerini burada açmamıza gerek de yok. Ne derler: "Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az." Tabii burada bazıları, "Erdoğan 'asimilasyon'dan söz ediyordu, 'entegrasyon'dan değil" diye Başbakan'ı savunmak isteyebilir. Ancak, Almanya'daki Türkler için kendi dillerinde eğitim görecekleri okullar istemesi, sadece Erdoğan'ın "entegrasyon" fikrine de karşı olduğunu göstermiyor, Türkiye'nin kendi içindeki durum açısından, "cam evlerde yaşayanlar" sözünü tekrar anımsattırıyor. Başbakan Erdoğan'ın Almanya'da başlattığı son derece lüzumsuz "asimilasyon" tartışması, AKP'nin AB perspektifine bağlılığı konusundaki kuşkuları körüklemekle kalmadı. Bu sözler aynı zamanda, hem Avrupa'daki Türkiye karşıtlarına malzeme sağladı, hem de dünyaya "Cam evde yaşayanlar başkalarını taşlayamazlar" sözünü anımsattı. Bu durumda Erdoğan'ın, "Türk milliyetçiliğini topraklarımıza taşıdı" başlıklarıyla Alman basınında bombardımana tutulması şaşırtıcı değil. Alman sağına,
Biz Barak'a, Türkiye'nin Kuzey Irak'ta yaptığı gibi, her ülkenin kendisini terör saldırılarına karşı koruma hakkı olduğunu, ancak misillemenin yapılan saldırıyla orantılı olması gerektiği şeklinde bir uluslararası anlayışın olduğunu belirterek şunu sorduk: İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak ile Ankara'nın önde gelen medya temsilcileriyle birlikte, dün kahvaltıda buluştuk. Bize verdiği mesajların özü ise, arkadaşımız Utku Çakırözer ile bir gün önce yaptığı özel söyleşide vardı. O söyleşideki sözlerini tamamlayan ilginç bazı görüşlerini aktarmakta gene de yarar var. İsrail'in 2006 yılında Lübnan'da yaptıkları, şimdi de Gazze'de yaptıkları orantılı olmadığı gibi, amaç da, terörü engellemekten çok, sanki bir halkı topluca cezalandırmakmış gibi görünüyor. Türk kamuoyu dahil, dünya kamuoyu da buna tepki gösteriyor. Sizce bu orantısız misilleme barış arayışlarını zorlaştırmıyor mu?"Aynı zamanda İsrail'in eski başbakanlarından ve savaş kahramanlarından olan Barak, yanıtında, uluslararası tepki ne olursa olsun, "cezai" nitelikli bu "orantısız misillemelerden" vazgeçmeyeceklerinin işaretini verdi. Bu konuda şunları söyledi:"Barış istiyoruz. Ancak, bu barış, komşularımızın İsrail'in askeri