"Akdeniz Birliği Özel Temsilcisi" sıfatıyla Türkiye'ye gelen Le Roy ile bir iş yemeğinde buluşma fırsatımız oldu. Söyledikleri bizce önemliydi. Bu arada, Cumhurbaşkanı Sarkozy'nin, İspanya ve İtalya başbakanlarıyla 7 Aralık'ta Roma'da yaptığı görüşmenin de bu proje açısından bir dönüm noktası olduğu anlaşılıyor. Roma'da alınan karar gereğince, Akdeniz'de kıyısı olan ülkelerin devlet ve hükümet başkanları 14 Temmuz'da Paris'te yapılacak bir zirveye davet edildiler. Buna henüz yanıt vermemiş olan Türkiye'nin de, projenin daha da somutlaştırılmasıyla birlikte, dışarıda kalmak istemeyeceği varsayılıyor. Hafta içinde Fransa'dan gelen önemli bir konuk fazla dikkat çekmedi. Oysa Büyükelçi Alain Le Roy'nın Ankara'daki temasları, Paris'in, bugüne kadar ne anlama geldiği pek anlaşılmayan, "Akdeniz Birliği" projesini netleştirmeye başladığını gösterdi. Nitekim Roma'dan çıkan ortak bildiride Türkiye'ye de bir mesaj var. Bildirinin son cümlesinde, "Akdeniz için Birlik, ne ilgili ülkelerin istikrar ve ortaklık sürecine, ne de Avrupa Birliği ile bir yandan Hırvatistan, diğer yandan Türkiye arasında devam eden müzakere sürecine karışacaktır" deniyor. Bu cümleyle, bunun Türkiye'yi AB'den
Ancak "kayıt dışı" konuşmalarımızda konuyu ne denli yakından izlediklerini görüyoruz. Kendileri de zaten, bu konuda yaşanan hararetli tartışmalardan, türban meselesinin ötesinde, Türkiye'nin genel yönelişi hakkında ipuçları edinmeye çalıştıklarını gizlemiyorlar. Dışişleri Bakanı Ali Babacan'ın türban serbestisini "AB kriterleri"ne bağlamasının AB diplomatları arasında yarattığı "şaşkınlığı" son yazımızda aktarmaya çalıştık. Babacan'ın işi "AB perspektifi"ne oturtmaya çalışmasına karşılık, konuya "Türkiye'nin iç işi" diye bakan söz konusu diplomatlar, türban meselesiyle ilgili olarak resmi açıklama yapacak durumda değiller. AB üyesi ülkelerin büyükelçileri veya kıdemli diplomatlarının son günlerde bize aktardıkları ve kuşkusuz merkezlerine geçtikleri kriptolara da yansıttıkları -bazı görüşlerini şu şekilde özetlemek mümkün:Toplumda yaratılan tansiyona rağmen türban konusunun üzerine kararlılıkla gitmesi, AKP'nin istese AB için öncelikli olan 301 ve azınlık vakıfları gibi konularda da aynı iradeyi sergileyebileceğini gösteriyor. Bu iradenin gösterilmemesi, doğal olarak, hükümetin AB konusundaki ciddiyetinin artarak sorgulanmasına neden oluyor. Türban serbestisi Avrupa'da,
Ancak, Babacan açısından ortada bir sorun var. Türban konusunda topu bu şekilde AB'ye atması AB çevrelerinde hoş karşılanmadı. Hafta sonunda temas ettiğimiz diplomatik çevreler, her şeyden önce, AB'nin türban konusunda resmi bir pozisyonu olmadığını anımsattılar.Babacan'ın konuyu "genel özgürlükler" çerçevesine oturmasını ise pek samimi bulmadılar. Bunu bir "kılıf uydurma çabası" olarak yorumladılar. Nedeni ise malum. Konu gerçekten "özgürlükler" açısından Kopenhag Kriterleri'ne uymak ise, o zaman, Ankara'nın bu açıdan acilen yapması gereken çok farklı şeyler var. Dışişleri Bakanı Ali Babacan, üniversitelerde türban serbestisinin AB için yapılması gereken demokratik reformların bir gereği olduğunu belirtiyor. Cumartesi günü Cidde'ye uçmadan önce düzenlediği basın toplantısında, Türkiye'yi bu yoldan "birinci sınıf demokrasi" düzeyine çıkarmayı amaçladıklarını söylemiş. Örneğin Brüksel, AKP'nin 22 Temmuz 2007 seçimlerinden güçlü bir şekilde çıkmasından bu yana hükümete fikir özgürlüğü konusunda sürekli baskı yapıyor. Nitekim bu konu AB'nin seçimler sonrasında açıkladığı "beklentiler listesi"nin birinci maddesiydi.Bu arada, 301 sayılı madde de, bu konuda bir siyasi iradenin olup
Konu, Türkiye'deki son gelişmeler ve Türk-AB ilişkileriydi. Ağırlıklı olarak akademisyenler, emekli büyükelçiler ve Türk asıllı Fransızlardan oluşan dinleyicilerin çoğu Türkiye'nin AB üyeliğinden yana tavır sergilediler. Ancak, "Fransızların cehaletine" bağladıkları zorlukların da farkındaydılar. Fransa'nın kilit partisi UMP'den 11 milletvekilinin birkaç gün önce Le Monde gazetesine "Türkiye'yi istemeyiz" diye verdikleri ilanı da herkes biliyordu.Fransa'da Ermenilere yakın duran Villeurbanne Belediye Başkanı Jean-Paul Bret'nin, mart ayında yapılacak belediye seçimleri öncesinde, Türk kökenli Sırma Oran'ı adaylıktan çekilmeye nasıl zorladığını ise basından öğrendik. Başında Avrupa Konseyi eski genel sekreteri Catherine Lalumiere'in bulunduğu "La Maison de l'Europe" (Avrupa Evi) adlı kuruluşta, Prof. Dr. Nur Vergin ile birlikte bir konuşma yapmak üzere, TÜSİAD'ın davetlisi olarak çarşamba gününü Paris'te geçirdik. Bir yandan özellikle sağcı Fransızların onulmaz Türkiye düşmanlığı, diğer yandan Ermeni lobisinin, kuyruğundan yakaladığı Fransız siyasetini Türklerin aleyhinde istediği gibi yönlendirebilmesi, Ankara-Paris ekseninin giderek gerileceğini gösteriyor.Tanıdığım aklı başında
AB kriterlerine bağlı olduğunu sık sık söyleyen hükümetin, bu sorunun odağında yatan 301'inci maddeyi bir türlü bu kriterlerle uyumlu hale getirememesi de bu ortamda ayrıca dikkat çekiyor. Bu da kaçınılmaz olarak, Erdoğan hükümetinin AB konusundaki samimiyetinin sorgulanmasına yol açıyor. Hükümetin bu konuda ortaya attığı argümanlar ise AB çevrelerinde fazla ikna edici bulunmuyor. Aslında yapılması gereken değişiklik çok basit. Hükümetin bunu sağlayacak siyasi gücü de var. Bu yüzden 301'de niçin sürekli ertelemeye gidiliyor belli değil. Türban meselesi de bahane olamaz. AKP'nin içinde bu konuda sorunların olduğu anlaşılıyor. Prof. Dr. Atilla Yayla'nın Kemalizmden söz ederken kullandığı bir ifadeden dolayı 1 yıl 3 ay hapis cezasına çarptırılması dikkatleri tekrar Türkiye'nin düşünce özgürlüğü alanında yaşadığı sorunlara çevirdi. Oysa bu madde AKP hükümetinin AB konusundaki ciddiyetinin bir göstergesi haline geldi. Sembolik bir anlam kazandı. Öte yandan, AB Komisyonu yetkililerine göre, Türkiye'deki sorun zaten sadece bir 301'inci madde sorunu değil. Genel bir düşünce özgürlüğü sorunu. 301 iptal edilse bile, temel sorun ortadan kalkmıyor. Savcılara insanları düşüncelerinden dolayı
Bu ziyaret aynı zamanda, var olan sorunlara rağmen, sorunsuz alanlardaki işbirliğinin geliştirilmesinin yararlarını ortaya koymuştur. Kabul etmek gerekiyor ki, Türkiye ile Yunanistan ilişkilerinde gelinen nokta bundan on yıl önce düşünülemezdi bile. Bunu düşünmeyi bırakın, iki ülke savaşın eşiğinde geziyorlardı. Oysa bugün her iki ülke enerji hatları, bankacılık, iletişim ve turizm gibi hem Türkiye, hem de Yunanistan için "stratejik" sayılacak sektörlerde ve alanlarda, karşılıklı çıkarlara hizmet eden bir anlayışa yönelmiş bulunuyor.İşin ilginç yanıysa, bunlar olurken, iki ülke arasındaki temel sorunların henüz bir çözüme kavuşmamış olmasıdır. Bugün Ankara ile Atina ne Ege sorununu, ne Heybeli Ruhban Okulu sorununu, ne de Batı Trakya'daki Türklerin statüsü konusundaki sorunları çözebilmiş değiller. Yunanistan Başbakanı Kostas Karamanlis'in başarılı geçen "tarihi" Ankara ziyareti, Türkiye'nin sorunlar yaşadığı diğer komşularıyla da ilişkilerini geliştirmesi açısından önemli bir emsal sağlamıştır. Burada akla ilk etapta Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkiler geliyor. Ancak, Ege hava sahasında süren "it dalaşları" ve Kardak çevresinde hâlâ yaşanan gerginliğe rağmen, iki hükümet
Çekmiş olsaydı, ağır suçlarla itham edilen Beşir'in ciddi protesto gösterileriyle karşılanması gerekirdi. Oysa bu olmadı. Bu durum, Beşir'in Ankara'da devlet protokolüyle ağırlanmasıyla birleşince, töhmet altında olan Sudan'daki rejim Türkiye sayesinde moral kazanmış oldu. Beşir, bu ziyaretiyle, Batı'da kendisini suçlayanlara "Bana katil diyorsunuz, ama koskoca Türkiye beni kabul ediyor" deme şansını yakaladı. O kendi itibarını bu şekilde artırmaya çalışırken, Türkiye'nin bu ziyaretten, sınırlı bazı maddi yararlar dışında, itibar açısından ne kazandığı meçhul. Sudan Devlet Başkanı Ömer el Beşir'in Cumhurbaşkanı Gül'ün davetlisi olarak gerçekleştirdiği Ankara ziyareti, Türkiye'de gözleri, bir an için olsa bile, Darfur'daki (Gül'ün ifadesiyle) "insanlık dramına" çevirdi. Yoksa orada yaşananlar Türk kamuoyunun ilgisini bugüne kadar pek çekmiş değil. Darfur'da, kuraklık nedeniyle topraklarını terk eden Afrikalıların göç ettikleri yerlerde yaşanan sorunlar, SLA adlı ayrılıkçı örgütün saldırıları ve bu saldırılara karşı El Beşir rejiminin, "Cancavid" adlı Arap milisleri de kullanarak giriştiği etnik temizleme ve katliamlardan oluşan karmaşık bir durum söz konusu. Kriz aynı zamanda
Erdoğan'ın açıklamasının, Cumhurbaşkanı Gül ile görüşen ABD Başkan Bush'un Türkiye'nin AB üyeliğine verdiği güçlü destekle aynı zaman rastlaması da dikkat çekiyor. Hatırlanacaktır, Bush Ankara'yı bu konuda desteklediklerini ortaya koymakla kalmamış, Türkiye'nin AB üyeliğinin "barış için gerekli olduğunu" belirterek, konuyu "küresel" bir düzeye çıkarmıştı.Bush'un görüşünün Sarkozy ile Merkel'in görüşleriyle çatıştığı ortada. Ancak ne Sarkozy, ne de Merkel -eski Fransa Cumhurbaşkanı Chirac gibi- Washington'a, "Kendi işine bak, Meksika Amerika'ya katılsın diyor muyuz?" diye çıkışacak konumda değiller. Başbakan Erdoğan'ın Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy ve Almanya Başbakanı Merkel ile yapacağını açıkladığı zirve toplantısı, AB ile ilişkilerimiz açısından bir dönüm noktası olma potansiyeline sahip. Nedeni ise her ikisinin de ABD ile AB'nin yakın ilişki içinde olmalarını "jeostratejik zorunluluk" olarak görmeleridir. Bu nedenle Bush'un ortaya koyduğu "barış perspektifi"ni öyle bir hamlede göz ardı edebilecek durumda değiller. Ancak, Brüksel'deki kaynaklardan edindiğimiz bilgiler, Sarkozy ile Merkel'in Türkiye konusunda "hidayete ermek" üzere olduklarını da pek göstermiyor. Özellikle