KurdishMedia.com sitesinde yazan Dr. Rebwar Fatah daha da ileri giderek, Türkiye ile ABD'nin Iraklı Kürtlerin son 15 yılda elde ettikleri kazanımları yok etmek istediklerini savunuyor. PKK'nın ise Ankara ve Washington tarafından bu amaçla kullanıldığını ileri sürüyor. Bu örgütün terör saldırılardan pek söz etmemesi ise dikkat çekiyor. Öyle anlaşılıyor ki, ABD'nin, TSK'nın herhangi bir askeri operasyonunu mutlaka engelleyeceği düşüncesi Kürtlerin zihninde yer edinmiş. Bu doğru çıkmayınca da "yenilmişlik" duygusu, tabii ki, kaçınılmaz oluyor. Kürt medyasını izleyenler, TSK'nın operasyonlardan sonra bölgede bir "yenilmişlik" psikolojisinin yayıldığını görüyorlardır. Kızgınlık oklarının Türkiye'den çok ABD'ye yönelmesi ise dikkat çekiyor. Yapılan yorumlarda, Kürtlerin "Amerika'nın yeni bir ihanetiyle karşı karşıya oldukları" görüşü ön plana çıkıyor. Oysa mantık, Kürtlerin, bu duyguya kapılmak yerine, ABD'nin tutumunu doğru analiz etmelerinin daha yararlı olacağını gösteriyor. İşin gerçeği şu ki, Washington'da Iraklı Kürtler konusunda hayal kırıklığı yaşanıyor. Bölgenin Irak'ın en istikrarlı bölgesi olduğunu tabii ki herkes kabul ediyor. ABD'nin Kürtlerin siyasi kazanımlarını yok
Burada, tüyosu Amerikan basınından alınarak bizde de yayılmaya çalışılan, "Başkan Bush yıl sonunda ayrılıyor, bu görüşme neye yarar ki?" düşüncesine katılmak da mümkün değil. Washington'un geçen eylül ayında ortaya attığı ve Türkiye ile bozulan ilişkileri yeniden canlandırmayı hedefleyen -ABD Dışişleri Bakanlığı kökenli- projenin, kasım ayında başkan kim seçilirse seçilsin, değişeceğini düşünmek yanlış olur.Bunun en basit nedeniyse -ister Cumhuriyetçi, ister Demokrat olsun- yeni başkanın karşı karşıya kalacağı uluslararası gerçeklerin değişmeyecek olmasıdır. Bu gerçeklerin Irak konusuyla sınırlı olmadığı da aşikâr. Cumhurbaşkanı Gül ile ABD Başkanı Bush'un Oval Ofis'te gerçekleştirdikleri görüşmenin sonuçları, beklendiği gibi, olumlu ve ilişkilerde kasım başından bu yana yakalanan ivmeyi sürdürür niteliktedir. Amerika'yı yakından ilgilendiren ve Ankara ile iyi ilişkiler gerektiren konu başlıkları zaten Gül-Bush görüşmesinden sonra yapılan açıklamalarda ortaya çıktı. Bunların Kosova'dan enerji hatlarının güvenliğine, Irak'ın geleceğinden Afganistan'a kadar uzanan geniş bir "küresel yelpazeyi" kapsadığı görüldü. Kaldı ki, başkanlık seçimlerinin kasım ayında yapılacak olmasına
2003'ten bu yana birçok açıdan raydan çıkan ilişkilerde normalleşme sürecini başlatmak için gerekli karşılıklı irade aslında 22 Temmuz seçimleri sonrasında ortaya çıkmaya başlamıştı. ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Nicholas Burns'ün Atlantic Council'da eylül ayında yaptığı konuşmada, "Türkiye ile ABD arasındaki stratejik ilişkinin tekrar canlandırılması gerektiğini" söylemesi ise, ilişkilerde yeni bir döneme girilmekte olduğunu gösteriyordu. Fakat, o sırada gündemi gasp eden Ermeni tasarısının yol açtığı tartışmalarla Burns'ün sözleri arka plana itildi. Ardından gelen PKK saldırıları ve ABD'nin Türkiye'de bu yüzden artarak suçlanması, Burns'ün konuşmasında ortaya koyduğu vizyonu iyice gölgeledi. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün bugün başlayacak olan ABD gezisini, Başbakan Erdoğan ile Başkan Bush tarafından kasım ayında temeli atılan yeni sürecin bir üst kademeye yükseltilmesi şeklinde görmek mümkün. Buna rağmen iki ülke arasındaki stratejik boyutu canlandırma çabaları durmadı. İlk önce, hayatta olan ABD'nin tüm eski dışişleri bakanlarının devreye girmesiyle Ermeni lobisinin bugüne kadar ortaya koyduğu en büyük taarruzun kanadı kırıldı. İster Demokrat, ister Cumhuriyetçi olsunlar, söz
Asıl merak edilen şey, bunun PKK'nın "şehir terörü" kampanyasının başlangıcı olup olmadığı konusuydu. Bu tür bir kampanyadan, tabii ki, Türkiye'yi ziyaret eden milyonlarca yabancının da zarar görme olasılığı var. Bizi arayanların yansıttıkları kaygının temelinde ilk etapta bu endişenin yattığı da inkâr edilemez. Ne de olsa insan halidir. Herkes önce kendi vatandaşını, sonra başkasının vatandaşını düşünür. Fakat sorulan sorular, bu saldırının PKK'nın pek de lehine işlemeyeceğini gösterir nitelikteydi. Örneğin birisi, "PKK Kürt değil mi? O zaman niçin saldırıyı Ankara, İzmir veya İstanbul'da değil de çok sayıda Kürt vatandaşın zarar gördüğü Diyarbakır'da düzenledi?" diye sordu. Diyarbakır'daki vahşetin hemen ardından yurtdışındaki çeşitli medya ve düşünce kuruluşları bizi peş peşe aramaya başladı. Hemen hemen herkes saldırının PKK tarafından düzenlendiğini varsayıyordu. Çünkü ne yazık ki, TSK'nın sınır ötesi operasyonu sonrasında bu tür bir "misilleme" bekleniyordu. Hemen ardından da, "Seçimlerde DTP'den çok AKP'ye oy verdikleri için Kürtleri cezalandırmaya mı çalışıyor?" diyerek, kendi sorusuna istediği yanıtı arıyor gibiydi. Başkaları ise PKK'nın, bırakın Kürt vatandaşlarımızı,
Gelişmeler bununla ilgili baskı, telkin ve öğütlerin de sadece Batı'dan gelmeyeceğini gösteriyor. DHA'dan İhsan Dörtkardeş'in önceki gün aktardığı, Tahran Radyosu'nun konuyla ilgili yorumu bu yüzden çok ilginçti. Resmi Tahran Radyosu, Türkiye'nin teröre karşı elde ettiği askeri üstünlüğü hukuki, ekonomik ve sosyal reformlarla sürdürmesi halinde, "PKK terörü diye bir sorunun kalmayacağı" yorumunda bulunmuş. Yapılması gerekenlere, "PKK'lıların eve dönmelerinin sağlanmasını" da ilave etmiş. Bu görüşün ABD ve AB'nin yaklaşımlarıyla örtüşmesi tabii ki gözden kaçmıyor. Bu öğütlerin, "PKK'nın uzantısı" olarak görülen PEJAK ile savaşan bir ülkeden gelmesi ise işin başka bir yanı. Kuzey Irak'taki PEJAK'ı sık sık bombalayan Tahran'ın, Türkiye'nin sınır ötesi operasyonuna sıcak bakmadığını çeşitli vesilelerle belli etmiş olması ise işin diğer bir ilginç yanıdır. PKK'ya düzenlenen operasyonlar karşısında genelde sessiz kalan uluslararası camianın, bu operasyonların başarıya ulaşmasıyla birlikte Türkiye'deki "Kürt sorunu"nun siyasi ve sosyal boyutlarını daha fazla ön plana çıkaracağını gösteren işaretler artıyor. Peki, bu bir "çelişkiye" mi, yoksa gelenekleri iki bin yıl geriye giden bir
Konuya girmeden önce bir itirafta bulunmak istiyoruz. Erdoğan-Bush görüşmesinden önce "bundan bir şey çıkmayacağını" yazmıştık. Bu düşüncemizi görüşmenin ardından da sürdürmüştük.Türkiye'deki beklentiler Kuzey Irak'a dönük olduğu için, Washington'un bu kez ortaya attığı "istihbarat paylaşımı" kavramı ile PKK'yı "ortak düşman" ilan etmesini "yeni oyalama taktikleri" olarak değerlendirmiştik. Sadece 2003'ten bu yana meydana gelen gelişmeler değil, aynı zamanda Bush yönetiminin atadığı "PKK koordinatörü" General Ralston'ın bile üstelik Erdoğan-Bush görüşmesinin gerçekleştiği bir sırada "Türkiye'ye verilen sözleri tutmadık" demesi bu kanaatimizi pekiştirmişti. Oysa sonuç bir hayli farklı çıktı. Şimdi her iki başkentte, sadece PKK'ya dönük işbirliği değil, geniş kapsamlı "stratejik işbirliği"nin yeniden canlandırılması için çaba sarf edildiğini görüyoruz. 5 Kasım'da gerçekleşen Erdoğan-Bush görüşmesiyle daha yapıcı bir zemine oturtulduğu anlaşılan Türk-Amerikan ilişkileri, Cumhurbaşkanı Gül'ün 8 Ocak'ta Amerikalı mevkidaşıyla aynı mekânda yapacağı görüşmeyle yeni gelişmeler kaydedeceğe benziyor. Nitekim, önceki gün bir açıklama yapan Beyaz Saray sözcüsü Scott Stanzel, Gül-Bush
ABD Stinger füzeleri, SİS bölgeyle ilgili ayrıntılı istihbaratı ve Suudi Arabistan da parasıyla "Mücahitler" adı altında hareket eden Afganistan'daki aşırı dinci oluşumları, Rusları Afganistan'dan çıkarmak için alenen beslemişlerdi. Usame bin Ladin de zaten o dönemin ürünüdür. Özetle, bu ülkeler elbirliğiyle kendileri için yarattıkları "Frankenstein"dan ileride bu kadar çekeceklerini göremediler. Sovyetler'in Afganistan'dan çıkarılmasından sonra bu grupları kontrol altında tutabileceklerini ve gerektiği zaman kullanabileceklerini düşündüler. Oysa tam aksi oldu. Benazir Butto suikastının arkasında oldukları varsayılan köktendincilerin ortaya çıkmaları ABD, Pakistan gizli servisi SİS ve Suudi Arabistan sayesinde olmuştur. Burada tabii ki Rusya'nın Afganistan'ı işgal etmesinden sonraki dönemi, yani 1970'li yılların sonunu ve 1980'li yılların başını kastediyoruz. Bu sürecin hikâyesini en iyi anlatan kitapların başında "Afghanistan the Bear Trap: Defeat of a Superpower" (Ayı Kapanı Afganistan: Bir Süper Gücün Mağlup Edilmesi) adlı çalışma gelir. İki yazarından biri de, zamanında SİS'in içinde Mücahitler ile eşgüdümü sağlayan Pakistanlı General Muhammed Yusuf'tur. Pakistan'ı şimdi çok
Buradaki en büyük hatası, Washington ile geliştirdiği ilişkinin 2003'teki tezkere olayından sonra kötüye giden Türk-Amerikan ilişkisinden doğacak stratejik boşluğu doldurabileceğini düşünmesi oldu. Aslında Barzani'nin hesabı gayet basitti. Türkiye bölgenin dışında tutulacaktı, ki tezkerenin reddedilmesine bu yüzden çok memnun olmuştu, Amerikalılar da kademeli olarak bölgeye askeri ve ekonomik olarak sokulacaklardı.Özetle, Kuzey Irak, adı konmamış bir ABD eyaletine dönüştürülecek ve bu süpergücün korumasında Kürtlerin siyasi emellerinin gerçekleştirilmesine dönük adımlar atılacaktı.Bu denklemin içinde, tabii ki, Washington'un yardımıyla Kerkük'ün Kürt bölgesine bağlanması ve oradan elde edilecek gelirle, Kuzey Irak'ın siyasi özgürlüğüne paralel olarak, ekonomik özgürlüğünün sağlanması da vardı. Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı Mesud Barzani'nin Türkiye'ye karşı son günlerde yansıttığı kızgınlık ile kendisinin yaptığı ciddi siyasi hesap hataları arasında bir ilinti olduğu kesin. Ancak, Ortadoğu'da evdeki hesabın çarşıya uymayacağını, hayallerin çok kolay bir şekilde hüsrana dönüşebileceğini en iyi bilmesi gereken kişilerin başında Barzani'nin olması gerekirdi. Aslında işlerin Iraklı