İdlib’de Gerginliği Azaltma Bölgesi’nde üç askerimizin şehit edilmesi bölgedeki “derin” tehdit ve riskleri bir kez daha çok net ortaya koydu. Hele de TSK’ya yönelik saldırıyı sosyal medyada bir bildiri ile üstlenen DAEŞ bağlantılı denilen Ebu Bekir Sıddık’ın Yardımcıları Seriyyesi adlı cihatçı örgütün gizemi dikkate alındığında. Çünkü bu örgütün adını ilk kez Ağustos 2020’de Türkiye’nin Gözlem Gücü’ne yaptığı saldırı ile duyduk, bugüne kadar TSK’ya karşı yaptıklarının dışında ne Şam güçlerine ne Ruslara ne de İran’ın bölgede bulunan milislerine karşı eylemi de olmadı. Dolayısıyla akla ilk gelen de Türk askerini hedefe koyanlar, koyduranlar kim sorusu. Evet örgütün kendince Türkiye’yi NATO üyesi olduğu için Haçlılarla iş birliği yapan bir ülke olarak görme gibi saçma sapan bir gerekçesi var ama bu tam anlamıyla yersen durumu...Onun için de asıl olan görüntü değil, arkasındaki
Türkiye’de 116 aktif siyasi partinin bulunduğunu duyuran İçişleri Bakanlığı, 40 partinin 2020-2021 yılında kurulduğunu açıkladı. Yani ülkenin siyaset manzarasında tam anlamıyla bir parti kurma furyasıdır gidiyor. Peki, ne oldu da ülkede siyasetin cazibesi pik yaptı? Birden bu kadar çok siyaset heveslisi çıktı, çıkıyor? Bu sadece ittifak sisteminin yarattığı doğal bir sonuç, iktidar veya muhalefet blokunun 50 artı 1 hesaplarına dönük oyunlar, kurgular mı? Yoksa hem iktidar hem muhalefet kanadındaki yıpranma ile geçmişteki pazarlık ve bu yolla parlamentoya kolaylıkla girme örneklerinin siyaset sevdalılarını daha da cesaretlendirmesi mi? Ya da daha başka hesaplar, beklentiler de söz konusu mu? Çünkü vatandaşa sorsan bu partilerin çoğunun adını, logosunu dahi bilmez, genel başkanlarını tanımaz. Evet, matruşka gibi birbirlerinin içinden çıkmış, birbirinin benzeri partiler var ve onların başındakiler tanıdık bildik isimler, hatta söylemlerde örtüşmeler bile söz konusu ama çoğunluk, daha ziyade, adı sanı pek fazla bilinmeyen kişi ya da
Pandemi günlüğünde birkaç ülke dışında dünya genelinde olduğu gibi bizde de tablo çok vahim. Niyesi de malum; aşılamada toplamda 100 milyon dozun aşılmasına rağmen hâlâ aşı karşıtı önemli bir çoğunluk kitlesel bağışıklığın ısrarla herkesin hastalanması ya da toplumun kırılmasını istiyor havasında. Hatta bunun için miting dahi yaptılar. Hem de devletin koyduğu maske, mesafe kurallarını yok sayarak. Bu konuda kendilerini uyaran polisle tartışanlar bile oldu. Dahası, bir de Yeniden Refah Partisi Genel Başkanı Fatih Erbakan’ın “Aşı olmadım. Olmayı da düşünmüyorum. mRNA demek insanın hücre çekirdeğine girmek demektir. O insanların yarı insan yarı maymun çocuklar doğurmasına sebep olabilirsiniz. 3 kulaklı 5 gözlü yaratıklar doğmasına yol açabilir” sözleriyle son derece absürt çıkışı da var. Dolayısıyla, tüm bunlara aşı karşıtlığı adı altında öldürücü virüse yardım, yataklık şaşkınlığı, saçmalığı da denilebilir. Çünkü bu artık olanların ya da olmaya niyetlenenlerin kafalarını
Hafta sonu İzmir-Çeşme’deydik. Tabii doğal olarak insanın aklına hemen deniz, kumsal, Alaçatı’da sörf, Dalyan’da yemek ve gün batımını izleme geliyor ama bizimkisi doğrudan gazetecilik mesleği yani işe odaklıydı...
11 Eylül Cumartesi sabahı Basın Konseyi’nin toplantısında Yüksek Kurul Üyeleri olarak haber ya da görsel anlamda gazetecilik etiğine aykırı olduğu iddiasıyla çeşitli basın kuruluşları ve kişiler hakkında gelen şikâyet dosyalarını tartışıp karara bağladık. Üzerinde çok tartışılan bazı dosyalar ise bir sonraki toplantıya kaldı.
Öğleden sonra da Basın Konseyi’nin davetlisi CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Medyanın Sorunları, Beklentiler’ başlıklı konuşmasını dinledik. Elbette içerik çok önemli ve kritik bir konuydu. Ancak toplantının yapıldığı salondaki maske, mesafe, hijyen kurallarına tam anlamıyla uygunluk da bir başka anlam içeriyordu. Mesela aslında 300 kişi olan toplantı salonun kapasitesi 90’a indirilmişti. Ve tavizsiz uygulandı. Bunu özellikle vurgulamamızın nedeni tüm siyasilere
ABD’de 11 Eylül 2001 tarihinde 19 terörist tarafından koordineli bir şekilde düzenlenen saldırıların üzerinden 20 yıl geçti. Ama olayla ilgili komplo teorileri hâlâ konuşulmaya devam ediyor. Evet, 11 Eylül’de meydana gelenlerin tarihin en büyük terör saldırılarından biri olduğuna şüphe yok ancak o günden bu güne kadarki gelişmeler de malum. Saldırıyı gerçekleştiren El Kaide terör örgütünün izini süren ABD, önce Afganistan’ı, daha sonra da Irak’ı “terörle mücadele” stratejisi kapsamında işgal etti. Hatta Afganistan’ın işgalinden 10 yıl sonra, Mayıs 2011’de, El Kaide lideri Usame Bin Ladin’in Pakistan’da olduğu tespit edildi ve öldürüldü. Ancak ne El Kaide terör örgütü ortadan kalktı ne de ABD’nin o günlerde iş birlikçisi diye nitelendirdiği Taliban. Dahası, ABD’nin savaş ilan ettiği ve hedefe koyduğu radikal İslamcı diğer örgütlerle kirli bağlantıları da devam etti, ediyor da. Özellikle de Irak ve Suriye bağlamında. Yani
Siyasetin gündemi seçim barajı yüzde 7 olursa ne olura odaklı. Yani kime yarar meselesine. Dolayısıyla, son günlerde ekranlardaki hemen her tartışma programında siyaset aritmetiği ve siyasi dinamikler üzerine yapılan hesaplar, iddialar havada uçuşuyor. Hepsinin dayanağı da kamuoyu araştırma şirketlerinin verilerine, anketlere kurgulu. En öne çıkanları da malum: “Özellikle MHP’ye yarar”, “Barajı geçmesi amacıyla HDP’ye verilen destek oyları azalır ve böylelikle HDP’nin oranı düşer, bunların bir kısmı CHP veya AKP’ye gidebilir”, “Sağda ve CHP dışında oluşan yeni muhalefet partileri 3. yolda birbiriyle birleşmek ya da hep beraber Millet İttifakı’nda bir araya gelmek yerine kendi başlarına biz yüzde 7’yi aşarız mücadelesini yapıp böylece İYİ Parti’ye CHP’ye akacak oyları kendilerinde toplamayı hedefleyebilirler.” Yani her ne kadar tescillendi denilse de ortada baraj rakamı dâhil henüz net bir veri yok, ki bu konuda Meclis’te görüşülürken yeni gelişmeler de olabilir diyenler de var ama
“Dostlarla iktidar” hedefiyle ittifak içi dengelere, hesaplara odaklanan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, bir yandan da “Kanaat önderleri, muhtarlar ve STK temsilcileri” buluşmaları kapsamında il il dolaşıyor. Yani halkın nabzını tutmaya çalışıyor. Bu anlamda da doğru yapıyor çünkü Türkiye’de seçmen davranışını belirleyen ana tema ideoloji değil... Seçim kazanmak için sokaktaki insanı yakalayacak, umut verecek somut projeler ve söylemler şart...Tabii güven vermek kaydıyla... Dolayısıyla bunun testi elbette sandık zamanı ama Kılıçdaroğlu’nun halkı yakalamak amacıyla CHP adına daha çok kendisinden önceki dönemlere atıfta bulunduğu özeleştiriler nedeniyle gelişen bazı rahatsızlıklar da söz konusu. Mesela partiden ihraç edilen Eski CHP Genel Başkan Yardımcısı Yılmaz Ateş, 26 Ağustos’taki Çorum konuşmasında Kılıçdaroğlu’nun egemen güçlere yaranmak için partisinin tarihini karaladığı iddiasıyla tepki verdi. Benzer tepkiler Kılıçdaroğlu’nun 25 Ağustos’ta
İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün kararı uyarınca, Ankara ili mülki sınırları geçici koruma kaydına kapatıldı. Başka illerde kayıtlı olup fiilen Ankara’da ikamet eden geçici koruma statü sahibi Suriyeliler de tespit edilerek kayıtlı olduğu yerlere geri gönderilecekler. Bu karar her ne kadar Ankara ili özelinde gibi görülse de aslında daha önce İstanbul için de gündeme gelen bir konu. Şöyle ki; İstanbul Valiliği’nce 22 Temmuz 2019 tarihinde yapılan açıklamada geçici koruma kapsamında olmakla birlikte, İstanbul’da kaydı olmayan (diğer illere kayıtlı) Suriyelilerin kayıtlı bulundukları illere geri dönmeleri için 20 Ağustos 2019 tarihine kadar süre verilmişti. Belirtilen süre sonunda geri dönmediği tespit edilenlerin de bakanlık talimatı doğrultusunda kayıtlı oldukları illere sevk edilecekleri duyurulmuştu. Ve İstanbul’un geçici koruma kaydına kapalı olduğu da vurgulanmıştı. Bunun üzerine Suriyeliler arasında büyük panik yaşanmış ve tartışmalar çıkmış, sonunda